Geçtiğimiz günlerde Netflix‘in merakla beklenen yeni dizisi The Protector için ilk resmi fragman yayınlandı. İzleyemeyenler muhakkak ki olmuştur, biz şuraya usulca bırakalım. Görünen köyde bir sıkıntı yok. Lakin bizim meselemiz söylenenlerle.
Şu çağda, Netflix gibi Amerikan menşeli bir platformda; ekseriyetle de Amerikan izleyiciye ulaşan üreticinin kefeni yırttığı bir düzende; dizinizin hikayesini Amerikan tarzı yapmanın bir ayıbı yok. Bundan kastım yapısal. Amerikan süper kahramanların hikayelerine benzeyen, Amerikanların sık başvurduğu bir teknik olan “arka planda bilmediğiniz başka mevzular var” anlatım biçiminin eğilimlerini gösteren, karakterlerin Amerikan giyinimli oldukları ve Amerikan hamlelerle hareket ettikleri bir öykü koyabilirsiniz ortaya.
Koyarsınız, biz de afiyetle yeriz. Günün sonunda Casa de Papel ve Dark gibi, yine Netflix’te büyük başarı elde etmiş Avrupalı hikayeler de Amerikanlığa benzeşmenin avantajlarını fersah fersah elde ettiler.
Yalnız ortada bir diyalog problemi var.
Casa de Papel ve Dark gibi işleri bu konuda eleştiremiyoruz, çünkü ana dillerine hakim değiliz. Belki Casa de Papel de en az The Protector‘da duyulduğu kadar kazık konuşan karakterlere sahipti, ancak İspanyolca cehaletimiz bunu sobelememizi engelledi. Belki Dark karakterleri de ahengi başka bir lisandan ödünç alınmış cümlelerle anlaşıyorlardı, ama dil yetmedi, itiraz edilemedi. Burada ise daha güzel bir konumdayız. Hem dizinin yazıldığı dil ana dilimiz. Hem de yazılırken düşünülen dili çoğumuz çocukken öğrendik.
Çünkü yazıldığı dil Türkçe eyvallah, ama kimse bana yazılırken düşünülen dilin de Türkçe olduğunu söyletemez artık.
Bakın, lisanın bir ahengi vardır. Bu sizin günlük konuşmalarınıza da yansır. Dil sosyal olarak gelişen ve sosyal olarak şekillenen bir olgu olduğu için; insanlar da büyük ölçüde bir yanındakine benzemeye çalıştığından, bazı kelimeler, cümleler, öbekler ve deyişler benzer bir tınıyla söylenirler. Deneyelim mi? Mesela kendi kendinize yüksek sesle şunu bir tekrar edin:
“Gerçekten mi?”
Söylerken yaptığınız vurgunun -ger hecesinde olduğunu tahmin etsem… yanılır mıyım? Sanmıyorum. Türkçe’nin doğası gereği, çoğu söylemin vurgusu önden başlar. Mesela, bir kelime daha ekleyelim bu repliğe…
“Gerçekten öyle mi?”
Bu sefer de tüm cümle öbeğinin vurgusu -öy‘e kaydı değil mi kafanızda seslendirirken? Kaç kişiye sorsak farklı vurgulayacak peki? Grafik bütünlükten fazla şaşmayacaktır. Çünkü dilin vurguları çoğulcu belirlenir. Etrafınızdaki on insanın dokuzu bu cümleyi kurarken vurguyu -öy hecesinde vereceği için sizde zaten kafanızın içinde bunu böyle veriyorsunuz. Çünkü Türkçe’nin, dünyanın her dili gibi, kendine has bir melodisi ve tınısı var.
Bu melodi ve tını da The Protector da yok.
Çünkü The Protector dizisini İngilizce’ye çevrilmek üzere yazmışlar.
Bu konuda içeriden bir bilgim yok. Olmasını da istemem. Ben bunun basını ya da eleştirmeni olmak gibi bir vazife üstlenmeyi de tercih etmem. The Protector‘a seyirci gibi yaklaşıyorum. Ne bir çıkarım, ne bir batarım yok yani, bunu anlamanız çok önemli. İyi bir dizi olmasına dair ufak bir beklentim vardı, şu son fragmandan sonra o da kalmadı. Sadece altını çizmek istediğim bir mesele var elimde, o da şu: Böyle senaryo yazılmaz.
İlla sokakta duyduğunuz lisanla yazacaksınız demiyorum. Bilakis, Türkçe zaten bu konuda yazarın elini bağlayan bir dildir. Çünkü Türkçe gündelik hayatta, özellikle Türkiye gündelik hayatı söz konusu olduğunda büyük ölçüde bağlamsal ve argo/deyim bazlı konuşulur. “Bizim çocuk” dersiniz, aslında çocuk derken kast ettiğiniz otuz iki yaşında kelli felli bir adamdır, “gitmiş şeye” diye devam edersiniz sonra; ne hikmetse dinleyen şey diye kast ettiğiniz şeyi dinleyici bağlamdan anlar, “el mel almaya geldim demiş” diye de bitirirsiniz cümleyi. O bitiriş de öyle bir bitiriştir ki, İngilizce’ye çevirmek imkansızdır. Çünkü el almak neyin deyimi hadi onu kurtardık, mel almak ne?
Evet o yüzden, Türkçe sokakta konuşulduğu hâlini kaleme dökebileceğiniz bir dil değil; hele ki küresele yönelik bir iş yapıyorsanız. Biraz da teatrallik katılmalıdır zaten, neticede burada reality programı çekmiyoruz; söylediklerimizin ardında küçük de olsa bir estetik kaygı barınmalı, insanlar gerçek hayattan daha güzel konuşmalı.
Ama yazarın daha güzel anlayışı daha Amerikan olmamalı. Burada olmuş.
Bunun sebebi bence çok belli. Twitter’dan güzel insanlar, aldıkları havadisleri aktarıp “Netflix globalden senarist yolladı, o yüzden olmuştur” dediler; ben bilmiyorum! Bilen varsa gelsin izah etsin. İlgilenmek de doğru değil diye düşünüyorum, çünkü bu problem bu diziyle ortaya çıkmadı. Yazarlar okuduklarını yazarlar, mevzubahis metin senaryoysa da bu cümle izlediklerini yazarlar olarak güncellenir. Bütün gün Amerikan dizileri ve Amerikan filmlerini, bilhassa da altyazı çevirileri ve dublaj ile izliyorsanız, bir noktadan sonra bunu doğru olarak duymaya başlar kulağınız.
Halbuki bu sizin uzaklaşmanız gereken bir şeydir. Dili, anadilinizi daha iyi kullanan kaynaklara dönmeniz gerekir. Her karakter için de ayrı bir hikayedir bu, başvuracağınız yer de değişir. Eğer Adanalı bir karakter koyacaksanız, kırsaldan gelecekse mesela, onun diyaloglarını yazmadan önce bir Yaşar Kemal açılsa örneğin; tüm aranan cevaplar hızır gibi gelecektir. İzmir’li, Ankara’lı, hele de İstanbul’lu bir karakter yazılacaksa kaynak çok çok daha da fazladır.
Ha… Amerikalı bir karakter yazmak istemiş olabilir burada senaristler. Tabii ki. Bilhassa okeydir.
O zaman da sorarlar adama diziye neden Hakan ismiyle seslenmemizi bekliyorlar diye.