Türkiye’nin her altkültür alanı ile ilişkisi sorunlar barındırıyor. Yakın çevremizde Forgotten Realms ya da Warhammer’ın sayısız karakterini ezbere sayacak bir arkadaşa kesin rast geliriz ama hafızamızda fantastik edebiyattan tavsiye edilesi yerli bir eser adı bulunmaz. 1970’lerden günümüze tüm bilimkurgu filmlerini seyretmişizdir, iş Türkiye çıkışlı bir filme geldiğinde ise gene sınıfta kalırız. Bilgisayar oyunlarında benzer bir soruya yanıtsız kalmaktan bizi sadece Mount and Blade kurtarır. İşin özü biz hazırda sunulan, geniş kitlelerce kabul görmüş işleri seviyoruz, üretimle ilişkimiz hep flört buluşmaları seviyesinde başlayıp askıda kalıyor.
Burada topu yerli yazarların, tasarımcıların yeteneklerine atmak kolaycılık olur, kendi küçük çevrelerinde bir şeyler yapmaya çalışan onca insan tüm değerli emeklerine rağmen uluslararası pazarın cazibeli sunumlarından ötürü geek takipçilerin (kitleye “tüketici” demekten özellikle kaçınıyorum, dünya hala o kadar çirkin değil) radarına girmeyi başaramıyor. İşin çizgi roman ayağı ise yukarıdaki saptamadan ayrı duramasa da bir takım farklılıklar içermekte.
Örneğin Türkiye’de çizgiroman geleneği diğer altkültür örneklerine kıyasla daha eski. Ailelerimizin (hatta onların ailelerinin) çocukluklarına uzanan bir mizah dergiciliği geleneği var aslında. Taslağını Batı’daki örneklerinden alsa da zamanla kendi yerel dokusuna ve özgünlüğüne ulaşan işler bunlar. Gırgır ile öncüllerinden farklı bir yola sapan bu çizgiroman ekolü bir şekilde diğer altkültür alanlarında yaşanan trajediye düşmemiş, “rip-off” olmadan hayatta kalabilmiş bir ekol, bu ayrıksı yolun nasıl çizildiğini de detaylı incelemek lazım. Bu ekol belki hala uluslar arası örneklerin karşısında sönük kalıyor, raflarda yerli çizgiromanlar yıllar boyu ilk basımlarının bitmesini bekliyor olabilir, ancak ekolün ilk kuşağının günümüzde dünya standartlarında kalite sahibi işler üretebildiğini de görüyoruz; Puslu Kıtalar Atlası bunun en bariz örneği.
Peki bu ilk uzun girizgahı neden yapma gereği duydum? Çünkü Uykusuz ekibinin hazırladığı ve Ocak ayında ilk sayısı satışa sunulan Hortlak Dergisi bende gerçekten büyük bir heyecan uyandırmayı başardı. 84 sayfadan oluşan ve çeşitli yazar/çizerin 2-6 sayfalık işlerini içeren Hortlak Türkiye’de eksikliği her daim hissedilen süreli çizgiroman dergiciliği boşluğunu önemli ölçüde dolduracak gibi gözüküyor.
Hortlak’ın kadrosu ve hikayelerinin yapısı ilk başta akla bir önceki kuşağın dergilerinden Le-Manyak ya da Lombak’ı getirse de derginin bu eski ilham kaynaklarından farklı olduğu noktalar var. İlk sayıdan edindiğim izlenim Hortlak hikayelerinin 90’lar underground çizgiromanlarımız kadar sert (hatta bazen kasten provokatif) bir çizgide olmadıkları yönünde. Bu biraz hikayelerden ziyade çağımızın cinsellik, şiddet mevzularını artık ana akıma yaymış olmasından kaynaklanıyor, bizim için bazı şeylerin tasviri artık eskisi kadar şok edici gelmiyor. Bu durumu derginin bir eksiği değil, bilakis artısı olarak sayıyorum. Eskiden Leman ile Le-Manyak okurları birbirinden farklı grupları temsil ederdi, bu tarz keskin bir çizginin Uykusuz ve Hortlak arasında oluşacağını düşünmüyorum. Uykusuz seviyorsanız Hortlak’a bayılırsınız.
Hortlak Dergisi daha çok Uykusuz ekibinde çizgi roman üretimine karşı duyulan bir açlığın yansıması. Son birkaç senedir Uykusuz’u takip edenler derginin uzun çizgi hikayeciliğe yönelik bir eğilimi olduğunu fark etmişlerdir. Ersin Karabulut’un “Sevgili Günlük” ve “Çizgili Tişört” hikayeleri, Cihan Kılıç’ın artık bazen dört haftaya yayılan “Ve Sinem” serisi ya da Oky’nin sonsuz aşk macerası “İpek ve Burak: Çarpışma”, ekipteki çoğu çizer için haftada iki sayfanın yetemediğinin bariz kanıtı. Bu sebeple benim tahminim Hortlak’ın Le-Manyak ekolü gibi underground’a çizgihayat vermek değil, eliyüzü düzgün bir çizgiroman dergisi yaratma misyonuyla yola çıktığı yönünde. Derginin ekibinde Ankara Üçlemesi’nin yazarı ve çizgiroman araştırmacısı Levent Cantek’in de bulunması bu fikri destekliyor.
Hortlak’ın içeriğinde beğenmediğim hiçbir örneğe rastlamadım. Hem Kötü Kedi Şerafettin, Hilal gibi tanıdık eski underground kahramanlarımıza, hem de yerelliği iyi yakalamış fantastik hikayelere yer verilmiş. Özellikle çizgisine asla alışamadığım Memo Tembelçizer’in Hortlak için çizmeye başladığı karanlık intikam hikayesini çok beğendiğimi söylemeliyim. Emrah Ablak’ın “Hamsiyi Beklerken” hikayesi de beklenmedik fantastik gerilimlere kapı açacak gibi duruyor. Bunun dışında hikayeler arasında yer yer karşımıza çıkan mizah yazıları Hortlak’a hoş bir ritim kazandırmış. Erman Çağlar’ın erotik hikayesi tekrar tekrar dönüp okunacak cinsten.
Derginin beni üzen tek özelliği ise hikayelerin çoğunun arkasıyarın mantığında olması. Bu üzüntüm çoğu hikayede “acaba ne olacak birazdan?” diye heyecanlanmamdan kaynaklanıyor. Aslında bu da projenin başarılı olduğunun kanıtı, beni bir sonraki sayının merakıyla doldurduğuna göre bir şeyler doğru işliyor demektir.
Özetle Hortlak gerçekten iyi bir dergi olacağının sinyallerini vermekte. Bu derginin piyasada yer edinebilmesi benzer örneklerinin artmasını sağlayacak, Türkiye’deki çizgiroman üretimi biraz daha ivme kazanabilecektir. Bunun olması da temelde biz okurların desteğine bağlı.