Sinemanın hâli pek de iyi değil. Kabul edelim, Türkiye’de, özellikle büyük şehirlerde oturmuyorsanız bazı filmleri görmek imkansız hala geliyordu. Ya vizyona girmiyordu filmler, ya salon verilmiyordu. Şimdi pandemi de başımıza bela olunca tabii, durum daha da kötü. Festival filmlerine sinemada bir süre elveda edebiliriz desek kimse itiraz etmez sanıyorum ki.

İşte tam da bu yüzden Waiting For The Barbarians’ın vizyona girmesi beni çok şaşırttı. Bazen filmler festivalden sonra ne DVD olarak çıkıyor, ne dijital platformlarla mutabakat sağlanıyor ve böylece filmler buhar oluyorlar, biliyorsunuz. Neyse ki hepsi öyle değil. Venedik Film Festivali’nden sonra Waiting For The Barbarians bize de uğradı. Ama tabii içinde Johnny Depp ve Robert Pattinson olunca popülarite açısından bir adım öne çıkmak zorundaydı film, değil mi? Bir de uyarlandığı kitabın yazarı J. M. Coetzee‘nin Nobel ödüllü olduğunu buraya bir yere sıkıştırırsak…

Aynı isimli kitaptan uyarlanan film, The Magistrate karakterini takip ediyor. Sulh hakimi olarak Türkçeleştirebiliriz ama ana karakterimizin yetkileri daha bile fazla. Kalemsi yapının kontrolü onda, neredeyse bir derebey görevi görüyor. Kesinlikle daha soğuk bir yerlerden “egzotik” havaya uygun olarak tasarlanmış kıyafeti ile ortada dolanıyor. Emperyal kuvvetlerin görevlisi işte diyorsunuz.

Ancak ekrana Colonel Joll girdiği anda bu durum değişiyor. Johnny Depp oldukça güzel oynamış, oyunculuğuna diyecek bir şey yok zaten. Hiçbir oyuncuya laf edilemez bu konuda, hatta filmin tökezlediği noktalarda filmi sırtlarına alıp yüz metre koşusu yaptıkları dahi oluyor. Rylance ile Depp’in ilk diyaloglarından görünüyor bu. Neyse, Joll karakteri ile ekrana girdiği anda antagoniste dönüşüyor Johnny Depp. Gözlükleri ile, güya modern ve gelişmiş olma aşkı ile sizi sinir ediyor iyice. Ama içinden çıkacak vahşi ve ilkel hayvanı görmemiz yakın. Bunu hissediyorsunuz, eldivenlerinden tutun Nazileri çağrıştıran, “Faşistim ben” diye bağıran üniformasına, hissediyorsunuz işte. Ve haklısınız da.

Sonrasında şiddetin dozu artıyor.

Yavaş yavaş diyemem. Oldukça sert bir biçimde. Mark Rylance’ın karakteri Magistrate ise pek bir şey yapamıyor. Ama istiyor. Bana sorarsanız en iyi performansı o çıkarmış film boyunca. Öyle ki filmden bahsederken sadece Robert Pattinson ve Johnny Depp isimlerinin geçmesi sinir bozucu. Ama reklam önemidir. Neyse, kötü tarafın içindeki çaresiz iyi rolünü güzel üstleniyor, elleri kolları bağlı bir biçimde bakınıyor etrafına Rylance. Sonrasında, hiçbir rasyonel dayanağı olmadan, “barbar” bir kızla ilgilenmeye başlıyor. Çok tehlikeli, müthiş haince bir şey bu yaptığı, muhtaç olana yardım etmek sonuçta. Magistrate bana bir miktar Django: Unchained’deki Doktor King Schultz’u hatırlattı. Buradan Christopher Waltz’a bir daha övgü gönderelim. Neredeyse sahiplendiği kızla arasındaki dinamik buydu işte. Beyazın kötü ile eş anlamlı olduğu bir zaman ve mekânda bu tanımı biraz olsun değiştirmeye çalışan ve bunun bedelini ödeyen karakterlerden bahsediyoruz ne de olsa. Böyle karakterler muhtemelen hikâyede en çok sempatikleşenlerdir, değil mi? Seyirci ya da okuyucunun gözüne girerler.

Ama Waiting For The Barbarians bunu daha farklı işliyor. Kız ile adamın ilişkisi aha soğuk, daha sert kalıyor aynı kalıbın kullanıldığını gördüğümüz filmlere göre. Tabii bu zaten doğrudan kitaptan gelen bir özellik. Filmde en çok can yakan sahnelerden biri olabilir gibi geliyor bana. Adamın niyetini sorgulamıyor belki seyirci, ama kız sorguluyor. Belki dışarıdan bir bakışla nankörce gelebilir ama değil işte. Bir anlık duygusallık, hayatınıza mal olabilir ve inanın o topraklardan bu duygusallık çıkmaz. Muhtemelen en kalp kıran sahneler de bu güvenmezlik ve iletişimsizlik üzerine kurulu. Farklı bir bakış açısı.

Ancak filmin en önemli meselesi elbette ki düşmanların bu insanların hayatındaki etkisi. Bu isimden de belli oluyor: Barbarlar. Dışarıdaki, uzaktaki, farklı kültür sahibi, boyun eğmeyen elbette barbardır. Zaten barbarın kelime anlamı yabancı. Ama madem farklılar, o zaman nefret de edilmeliler. Kesin silahlanıp savaş açacaklar. Kesin gelecekler. Dayanacaklar bir gün duvarlara.

 Kalenin içindeki insanlar dıştakilere bileniyor. Ortada bir sebep olmadan hem de. Dışarıdakiler de içeridekilere bileniyor elbette. Dışarıdakiler karşılık verdikçe içeridekiler daha da vahşileşiyorlar. Bekliyorlar. Barbarları. Düşmanları olmadan var olamıyorlar. Islah edecek, düzeltecek, dize getirecek bir şey olmadan var olamıyorlar. Elbette var olamazlar, böyle bir gaye olmadan barınamazlar çünkü çöl, onların yuvası değil. Onlar yabancı. Bir gün gidecekler. Doğu Hindistan Şirketi yıkılır. Yabancı postallar ülkelerden geri geri çıkarlar. Belçika, ellerini Kongo’nun yakasından çeker. Bir gün.

Ben böyle örnekler verdim ama film boyunca İmparatorluk’un ne olduğu tam olarak dile getirilmiyor. Bir bayrakları var ve Avrupalı bir ülke gibi görünüyorlar. Dilleri İngilizce. Kalenin içindeki, ana karakterimizin de yönetmeye çalıştığı küçük topluluk Orta Doğulu duruyor. Duvarların dışında yaşayan dağdaki göçebeler ise Moğolca konuşuyorlar. Bu açıdan sanki çok büyük bir coğrafyadan bahsediliyor ama atla birkaç haftada ulaşım sağlaya da biliyorlar. Zaman muhtemelen 19. yüzyılın son yarısı. Ama bir muğlâklık sinmiş filme.

Bu belirsizlik benim çok hoşuma gidiyor açıkçası. Çünkü her yer olabilir burası. Ve ne fark eder ki?

Muhtemelen son otuz dakika filmin en şiddetli sahnelerini içeriyor ve önce tempo hızlanıyor sonra düşüyor. Bu şiddeti Robert Pattinson’ın oynadığı Officer Mandel’e borçluyuz, sağ olsun o sandalyesinden kalkınca karşısındaki karakter kadar biz de, seyirci de sıçrıyoruz yerimizden.

 Açıkçası Pattinson’ın bu rolü bana bir Batman değil de kendisinden nasıl bir Joker olacağını merak ettirdi. Belki zihinsel olarak benzer değiller ama vahşilikleri, umursamazlıkları… Biliyorsunuz, Pattinson yavaş yavaş daha niş işlerde karşımıza çıkmaya başladı, Edward rolünden köşe bucak kaçıyor adam. Bu yıl biz onu Devil All The Time’da gördük, yine inanılmaz kötü bir karakteri hakkı vererek oynuyordu. Oradaki karakteri din tacirliğinin, keskin bir Amerikan aksanının ve her nasılsa tavuk ciğeri köftesinin birleşimi olarak çok sinir etmişti bizi.

Waiting For The Barbarian’daki Mandel de inanılmaz pis bir karakter, çok şedit, çok ters biri. Çok fazla ekran süresi olmamasına rağmen bence filmin en akılda karakterlerindendi. Bunun ilk sebebi şiddet eğilimi ise ikinci sebebi filmin ritim sorunu. Ama bu kısmı açmak gerekebilir.

Filmin temposu ciddi bir sorun. Çoğu zaman derdinin ne olduğunu anlayamıyoruz. Mevsim mevsim bölümlere ayrılmasının ötesinde bir kopukluk var, sanki farklı farklı sahneler izliyor gibi hissediyorsunuz. Sahneler güzel mi? Evet. Replikler iyi mi? Bazen pek doğal değiller ama çoğu zaman ağırlar. Görsellik hoş mu? Kesinlikle. Sizi ağlatır mı? Muhtemelen evet. Ama ne yazık ki beş dakikalık periyotlardan öteye gidemiyor film. Tuğlalar üst üste koyulup bir hikâye anlatılmalı desek tuğlaları yan dizmiş bu film derim. Fragmanın kurgusu çok daha güzel bu açıdan, filmi izledikten sonra fragmana dönünce biraz üzülmeden edemedim. Çünkü film boyunca bazı sahnelerin ne için var olduğunu anlamak zor. Sahneleri çıkarmak filmi düzeltmeyecek, ama aynı zamanda film, anlatmaya çalıştığı şeyin altını pek çizemiyor.

Ama bu da insanın kitaba olan merakını inanılmaz derecede körüklüyor. Başarılı kitaplar sadece farklı bir senaryo ve kurgu ile bu kadar değişebiliyor demek. Kitabın ritmini, yazarın tarzını çok merak ediyorum, acaba aktarılamayan, sayfanın mürekkebini aşıp beyaz perdeye gelemeyen şey neydi? Karakterlerin iç dünyaları mıydı, içsel çatışmalar mıydı, hikâye tümüyle daha mı farklıydı?

Düşününce, Waiting For The Barbarians bu açıdan ciddi bir örnek, çok güzel olabilecekken az güzel olmuş, pre-prodüksiyon aşamasında ciddi hatalar yapılmış filmler listesinde üst sıralarda. Rotten Tomatoes %55 puan ile çürük demiş ki bence bir miktar haksız bir puan. Kitabı ile karşılaştırılarak senaryo üzerine ders verilebileceğine emin olsam da, hakkını yemek istemiyorum, özellikle de şu kurak dönemde izlemenizi tavsiye edeceğim bir iş.

Oyunculuklar, sinematografi, uyandırdığı hissiyat bence muhteşem, temponun aksaklığını bastıracaktır. Bir de özellikle içerdiği tanıdık simalardan dolayı daha albenili bir yapım olduğu kesin. Ama bir yandan da hem senarist hem de kitabın yazarı J. M. Coetzee‘ye serzenişte bulunuyorum: kitap ile film nasıl bu kadar değişik olabildi ya?

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.