Okur-yazarlığın yazarlık tarafında hiç bulundunuz mu bilmiyorum ama bazen yazacak bir şeyler ararken serbest çağrışım yöntemine başvurmak gerekiyor. Nesillerle ilgili yazmam gereken bu son dosya yazısının başına oturmadan önce durdum ve “nesil” dedikten sonra aklıma gelen ilk şeylerin bir listesini çıkarttım. Bunlardan biri, çok da garip olmayan bir şekilde ölüm oldu. Öyle ya, zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için doğmuş. Kaçınılmaz bir şekilde dünya üzerine yeni nesiller eklendikçe, daha öncekilerin varlığı da aynı hızla sona eriyor.
Konuya hepimiz öleceğiz diye girdim ama yanlış anlaşılmasın; ne malumu ilam etme amacındayım ne de sizleri bir ümitsizlik deryasına gark etmek niyetindeyim. Gerçi, bazılarının arada sırada ölümlü olduğunu ve buna ilaveten kefene cep dikmediklerini hatırlaması iyi olurdu ama şu an bu kimselerle muhatap olmuyoruz. Nesiller ve ölüm arasındaki ilişki hakkında düşünürken aklıma, geçtiğimiz yıllarda bir hocamın şu anki konumuzdan tamamen bağımsız olarak söylediği bir cümle geldi: Her nesil, kendinden sonra kıyametin kopacağına inanır. Okumakta olduğunuz bu yazıyı, bu cümle üzerine kurguladım. Ölüm ile başlayıp kıyamete, oradan da nesillere geçeceğimiz için yazımız konu hakkındaki diğer üç yazıya göre azıcık, minicik uzun olmuş olabilir. Ama bir bardak çayınızı alıp şöyle bir yayılarak okursanız güzel gideceğine inancım tam!
Tarihin başlangıcından bu yana değişmeyen bir biçimde insanların en büyük problemi nelerdir diye bir soru sorsalardı, sanırım hepimizin en fazla ikinci maddesi ölüm olurdu. Bunun nedeni çok basit ama bir girizgâh olsun diye gene de konuşalım. Freud, Darwin, Maslow, Tylor; aklınıza canlıları konu edinen hangi disiplinden kim gelirse gelsin, hepsi de insanın ölümle mücadelesine dikkat çekmiş ve hayatta kalma içgüdüsüne vurgu yapmış. Savaşların sağlaması çoğu zaman ya öl, ya öldür olmuş; din kurumunun varlığı, yok oluşunu kabul edilebilir düzeyde tahayyül etmeye çalışan insanlık nedeniyle sağlamlaşmış. İnsanlığa çağ atlatan çoğu buluş ve çoğu toplumsal kuruluş da yine bir şekilde hayatta kalmaya devam edebilmek için meydana gelmiş. Bugün cyberpunk olarak nitelediğimiz çoğu şeyin de nedeni yine insanın ölümle olan mücadelesini kazanması için verilen mücadelelerden oluşacak. Ölüm bu kadar önemli ve kaçınılmaz bir mefhum olunca, tarih içinde ölüm hakkında pek çok uğraş ile karşılaşmamız kaçınılmaz oluyor.
Bizlerin bugün bile tam olarak kavrayamadığımız bu kavramla ilgili, geçmişte bugün bildiğimiz çoğu şeyi tam olarak algılayamayan insanların muhayyilesinin ne kadar zengin olabileceğini düşünmeye çalışın. Bütün bu zenginlik, elbette ki zamanın şartlarına uyum sağlayarak, dönüşüp gelişerek -yani nesilden nesile aktarılarak- bizlere kadar ulaşmış. Hazırsanız önce bireysel boyutuyla, sonra da yazımıza yönünü veren kitlesel boyutuyla ölüm ve kıyamet meselesini konuşup; sonucumuzu da “Benden sonrası Tufan”a bağlayacağız.
Ölüm, Ölüm Dediğin, Nedir Ki Gülüm?
Birileri için yaşamayı göze alanların öncesindeki, yani işte şu post-modern zamanın varoluşsal ve bir süre sonra dibe batan arabesk çıkarımlarıyla karşılaşmadan öncesindeki insan için, ölümün ne anlama geldiğini biraz konuşmak istiyorum. Tanıdığınız birinin ölümü hakkında konuşulduğunu ilk duyduğunuz zamanı hatırlıyor musunuz? Veya ölüm kavramını ilk öğrendiğinizde hissettiklerinizi? Bizzat siz yaşamadıysanız bile, yaşı elvermeyen çocuklara birinin -mesela evcil bir hayvanın- öldüğünün nasıl açıklandığına şahit olmuşsunuzdur belki. Bu kişi ya da canlı, ya sizin yaşadığınız yerden çok uzaktaki daha iyi bir yere, mesela bir çiftliğe gitmiştir; ya da aslında hep yanınızdadır ancak yine çok uzak olsa da daha güzel bir yerden, mesela gökyüzünden, sizi izlemeye devam etmiştir. İşte, o zamanlardaki insanlar için de istisnalar haricinde ölüm böyle bir şeydi.
Afallamayı düşünsenize: Bir gün önce kanı akan, yanakları kırmızı kırmızı etrafta dolaşan bir şey var, aynı sizin gibi. Bir gün sonra durduk yere kıpırdamıyor, kesseniz kanı akmıyor, rengi mengi çekilmiş. Biz şimdi organları çalışmayı bıraktı ve yaşamsal faaliyetleri son buldu diyoruz ama o zaman insanlar, ölenlerin ruhlarının herhangi bir nedenle artık bedenlerini terk ettiğine inanıyorlardı. Benzer şekilde Yunus’un ifade ettiği gibi; ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.
Ruhu bedenden ayıran bu neden bazen kötü bir ruhun azizliğine uğramak olabiliyordu; bazen de, mesela, Star Wars’ın güçlü Jedi’ları gibi kırklara karışmak. Ama bir şekilde ruh, fiziksel dünyayla da temas hâlinde kalıyordu. Şu durumda ölen kişi, başka bir formda hâlâ aramızda dolaşabiliyorsa ondan korkmalıydık ve onu bir şekilde memnun edip asıl ait olduğu yere göndermeliydik. Çünkü biliyorsunuz, burası yaşayanlara ait bir dünya; ölüler mutlaka çok çok uzakta ve tercihen çok çok daha iyi bir yerde olmalılar. Bu yüzden mezarlıklar veya anıtlar yaptık, ölülerimizi cenaze törenleriyle ‘öte tarafa uğurladık’. Ölenlerin üçünü, yedisini, kırkını çıkarttık; en sonunda da birinci yıl doldu ve aramıza dönmeyeceklerinden emin olarak hayatımıza devam ettik. Ne kadar önemli insanlar olurlarsa olsunlar ve onları ne kadar seversek sevelim, hayata dönmelerinden şiddetli bir şekilde korkuyoruz. Onca hayalet, vampir ve zombi hikâyesinin kökeni de burası zaten.
Uykuya Daldığımızda Nereye Gideriz?
Billie Eilish’in albüm isminden hafifçe aşırmış olduğum bu başlık ile birlikte ölümün kitlesel boyutuna giriş yapmış bulunuyoruz. Yazının başından itibaren insanların ölümlü kılındığını ya da güncelde daha popüler bir ifadeyle valar morghulis’lik bir durumun olduğunu söyleyip durduk. Sonra oradan bir başka yere doğru genişletmeye çalıştık konuyu, ölümün bir son olmadığı düşüncesine geldik. Yani ölenler şu ya da bu şekilde varlıklarını sürdürdüklerine inanıyoruz.
Bu varlığı sürdürme meselesi bazen tenini, etini, bedenini görebildiğimiz canlının bir nevi derin bir uykuya daldığını düşündürtebiliyor. Uyku ve ölüm arasında eskiden beri kurulan, son derece de ilginç bulduğum bir ilişki var. Eski metinlerde insanın tininin, yani ruhunun, uyurken dolaşmaya çıktığı, bu yüzden uyku hâlinin tehlikeli olduğu dile getiriliyor. Rüyalarımızın biz uykudayken dolaşan ruhumuzun yaşadığı maceralar olarak yorumlandığı olmuş. Hatta astral seyahat fikirleri de kaynağını buradan alıyor. Destan kahramanlarının başına ne geldiyse uykudayken gelmiş, onunla da kalmamış masallardan Pamuk Prenses’te ve hatta 15. yüzyılda Romeo ve Juliet’te da uyku ve ölüm arasındaki bu ilişkiye göndermeler yapılmış.
Nesilden nesile aktarılarak gelen bu inancı biz de bugün devam ettiriyoruz, ‘son uykuya yatmak’ şeklinde kalıplaşmış bir ifademiz var veya uykunun bir nevi ölüm olduğunu bir yerlerden duyuyoruz. Siz Kolera’ya eşlik edip “madem uyku yarı ölüm, canıma gecedir kasteden” de diyebilirsiniz tabii. Modern bilimin bakışından da benzer şeyleri söylemek mümkün, organlar yarı kapasiteleriyle çalışıyor falan.
Bağını ister uykuyla kuralım, istersek de ölümden sonra bir yaşam olduğu düşüncesiyle kuralım; insanların öldükten sonra bizim bildiğimizden başka bir formda veya başka bir düzlemde serüvenlerine devam ettiklerine olan inancımız sarsılmadan sürüyor. Başka başka neler vardır bunu destekleyecek? Cennet, cehennem, araf gibi inançlar ve öteki dünya veya öteki taraf ifadeleri hemen akla geliyor. Sonra bunun “tahtalı köy”ü var, “eşek cenneti” var... Burada da durmazsak “ölümden öte köy yok”a veya bazı rivayetlere göre dokuzuncu köyden kovulanların gittiği onuncu köye de varabiliriz.
İnsanların ölümlü yaratılışlarından başlayıp onuncu köye kadar getirdiğimiz bu ifadeler, tabii tek tek bireyleri de kapsıyor ama ortada ölümle ilgili daha kitlesel bir durum var: Bir gün dünyada yaşayan tek bir insan dahi kalmayacak.
Tarihin hangi döneminde bakarsak bakalım, her toplumda ortak olarak görülen anlatıların başında insanlığın nihai kaderini ve dünyanın sonunu içeren eskatoloji dediğimiz mitler geliyor. Bazı araştırmacıların mitlerin bir alt dalı olarak aldığı, aynı zamanda da hem teoloji hem de felsefenin bir bölümünü içeren bu metinlerdeki senaryoların oluşumu günümüzde de ara vermeden devam ediyor. Çok çok öncesinde dünyanın sonu belki bir balığın yeryüzünü yutmasıyla geliyordu, ortalarda bir dönemde tufan hadisesi gerçekleştiği için yaşam son bulacaktı, bir dönem sonra ölümü fetheden medeniyetler Mayalar gibi evrene karışacaktı; şimdi ise küresel ısınma, uzaylılar veya belki de yapay zekâlar tarafından yok edileceğimize dair çeşitli düşünceler var.
Bu sayılanların bazılarını hurafe, bazılarını inanç, bazılarını bilim, bazılarını da komplo teorisi olarak değerlendirebiliriz ama şu anki meselemiz bunu sorgulamak değil. Bugün de dâhil, tarih sahnesinde olduğumuz her anda topluca yok oluşumuza dair köklü bir fikrimiz var, asıl meselemiz bu. Haydi, adını da koyalım artık: Kıyamet.
Ölen Öldü, Kalan Sağlar Bizimle Mi?
Ne eskatoloji mitleri ne de kıyamet inancı, ilk bakışta görünenin aksine bir sonu işaret etmiyor. Evet, bildiğimiz dünyanın sona erişini kastediyoruz ama hemen arkasından henüz tecrübe etmediğimiz yeni bir dünya tasviri geliyor. Bu herkesin kendi mezhebince bir Mesih figürü ile birlikte başlayacak olan altın bir çağ da olabilir; içinden çağlayan ırmaklar akan bir cennet de. Yok oluşun ardından gelen yeni bir var oluş; ölümün ardından gelen yeni bir yaşam. Öyle veya böyle hepimizin sonu buraya çıkacak.
Bizden önce ölenler, bu sona ya da bu yeni başlangıca bizden daha önce ulaşıyorlar veya bizden daha yakınlar. Belki de bizleri Araf’ta bekliyorlar şu an. Kıyametin ne olduğu ile ilgili bir şey denir, duymuşsunuzdur: İki çeşit kıyamet vardır, biri bir insan ölünce kopar; diğeri de herkes ölünce. Bu açıdan herkesin kendine özgü bir kıyameti var.
Yazının başından beri söylediklerimiz ölenlerin arkasından yaşayanların, yani kalanların bakış açısıyla nesilden nesile aktarılarak bizlere ulaşıyor. Ölülerin arkasından yakılan ağıtlar ve ölüme duyulan korku yaşayanlara ait, ölenlerin bu durumla hiçbir ilgisi yok. Çünkü onlar, kendi kıyametlerini yaşadılar. Bu dünyayla bağları kalmadı, öte bir dünyaya göçtüler. Başlarına gelebilecek olan en kötü şey geldi, bir şekilde bu durumun üstesinden gelip ebedi istirahat yerlerine ulaştılar. Konuyla ilgili düşünce ve inançlarımıza göre artık onlar bizim uğraştığımız sorunlarla yorulmuyorlar, günlük sıkıntılardan çok uzaktalar. Hani daha önce de dedik ya, çok uzaklara ve daha iyi bir yerlere gitmiş olmalılar. Hâliyle dünya, onlara göre kötüleşmeye devam ediyor. Nerede o eski bayramlar, artık bir daha gelmeyecek. Kendi devirlerine ait o güzel insanlar, o güzel atlarına binip gidecekler; geriye sadece demirin tuncu, insanın piçi kalacak. Bütün bunların birleşimiyle her nesil, kendisinden sonra kıyametin kopacağını düşünür. Çünkü kendi kıyameti kopmuştur.