Hocam Beklan Algan’dan duymuştum Kararsız Denge kavramını ilk kez. Durmakla, hareket etmek arasındaki bir andı kararsız denge, gitmekle dönmek arasında bir düşünce… Olmak ya da olmamak kararının arefesinde, özgür kalmak ya da adanmışlık arasında bir yerde… Sürekli gelip geçen ve her biri kıymetli olan anların ve durumların ortak ismiydi Kararsız Denge. Bu kavram hakkında düşünmeye, onu anlamaya çalıştıkça, çabamın tavşan deliğinin dibine doğru bir yolculuk olduğunu ve yolun hayat boyu sürebileceği sonucunu çıkardığımı hatırlıyorum.
Kum Zambakları’nı, Zorlu PSM’de, %100 Studio adlı salonda izlemek üzere kapıdan girdiğimizde, bizi içine sis basılmış bir atmosfer karşıladı. Açık sahnede, dekor olarak 3-4 metre çapında ve diz boyu yüksekliğinde silindir bir platform ve arkasında da dalga şeklinde kesiklerle bölünmüş dört parçalı üçgen bir arka alan yapısı vardı. İlk intibalar ve beklentiler, platformun simgesel bir anlamının ortaya çıkacağına ve arkadaki sivri uçlu üçgen yapının, erkeksi ve kadınsı hatları iç içe geçirmiş olduğuna dair temel düşüncelerdi.
Oyun başlayıp da oyuncular Evrim Doğan ve Umut Kurt platformdaki yerlerini aldıklarında, intiba ve beklentilerimizin karşılanacağına dair umutlarımız arttı. Zira oyuncular, birbirleriyle zıtlaşacak şekilde siyah-beyaz alt ve üst parçalardan oluşan kombinleriyle sahneye çıkmışlardı. Oyun ilerledikçe silindir platform da arkadaki, yapı da gittikçe sökülmeye, parçalanmaya başladı. Adeta beyin ölümü gerçekleşmiş bir ilişkinin otopsisini izliyor gibi hissettik. Bu açıdan ilk andan itibaren seyirciler olarak, anlatımını ortak kodlar aracılığıyla anlatmayı vadeden bir yönetmenle karşılaştığımızı düşündük ve oyunun seyrine böylesi bir güvenle başladık.
Oyunun okumasını iki boyutlu olarak sürdürmek gibi bir başka önerme hissettik, yönetmenden gelen.
Birinci boyutta, Duygu ve Fikret ismindeki çiftin ölüm döşeğindeki evliliklerinin adeta bir erken otopsisini yaparken, ikinci boyutta da heteronormatif ve monogamist bir evlilik ilişkisindeki erkek ve kadının açmazlarını gözlemleme fırsatını bulduk.
Çizgisel olmayan bir zamanda geçmişi, geleceği ve şimdiyi birbirine katarak anlatan oyun, izleyicisini adeta zamandan azade, tanrısal bir konuma yerleştiriyor ve dolayısıyla, kendisiyle ve toplumla yüzleşmeyi kolaylaştırıcı bir yöntem sunuyor diyebiliriz.
Oyunda sıkça kullanılan, Duygu-Fikret çiftinin sıkıcı ama komik dans sahneleri, bize adeta hayatta erkek ve kadın tarafından yerine getirilmesi gereken sorumluluklara, görevlere dair bir benzetme alanı yaratıyordu. Sürekli kendilerini izleyen aile büyüklerine (ve topluma?) hiç çaktırmama çabasında bir çift izledik oyun boyunca, yer yer. Sıkıntılarını ve mutsuzluklarını, koreografilerini ruhsuz ama eksiksiz bir şekilde takip ederek gizlemeye çalışan bu çift, aşkla yeşerip, sonra ışıksız bırakılan ve gittikçe solup ölmeye yüz tutmuş bir ilişkinin, hem karşılıklı faili hem de kurbanı konumuna düşüyorlardı.
Peki, başta niye kararsız dengeden bahsederek başladım? Çünkü oyun karşımıza bir sorun, bir toplumsal açmaz çıkarıyor kanımca. Duygu ve Fikret’in ilişkisinin hikâyesi aracılığıyla yapıyor bunu. Birbirine ömür boyu bağlılık yemini eden ve bu yeminin altında ezilip, birbirinden gittikçe yabancılaşan günümüz heteronormatif evlilik modelini ve bu modelin iletişimsizliği kolaylaştırıcı etkisini eleştirdiğini düşünüyorum oyunun.
Erkek gibi erkekler ve kadın gibi kadınlar olmaya çalışan veya partnerinden bunları bekleyen insanların, belki de mutlu olma şanslarının hiç olmadığını izah etmeye çalışıyor olabilir mi oyun bize? Bireyler, toplumsal cinsiyet rollerinin altında eziliyorlar adeta ve kendi zihin hapislerinde yıllarca süren zindanlara hapsediyorlar kendilerini. Bu zindandan birlikte kaçmak için tek şansları olan partnerlerini de adeta birer gardiyan yapıveriyorlar.
İşte bu yüzden kararsız denge aklıma geldi oyunu izlerken, özgürlük ve hapis arasında bir yerde, deniz ve kara arasında yeşeren kum zambakları gibi olabilir insan. Kendine partneriyle birlikte mutlu olabileceği ve aynı zamanda da kendinden de tümden vazgeçmeyeceği bir yaşam alanı olarak yeniden tanımlayabilir ilişkiyi.
Kan ve ter dolu provalar geçirdiklerini dolu dolu hissettiren Kum Zambakları ekibini saygıyla alkışlıyoruz. Öncelikle metnin yazarı olan Yeşim Özsoy’a ürettiği dil ve anlattığı hikâyeden dolayı minnettarlığımızı iletiyoruz. Yetkin ve iz bırakıcı bir iş ortaya koyan, ekibine oyunla ilgili net isteklerini anlatma başarısı bana geçmiş bulunan yönetmen Mark Levitas’ı kucaklıyoruz.
Oyuncular Evrim Doğan ve Umut Kurt’u alkışlıyoruz. Görsel performansları bir yana dursun, bizde gözlerimi kapayıp sadece kendilerini dinleme isteği uyandıran güzel sesleri hala kulaklarımızda. Dekor tasarımcısı Kerem Çetinel’i, Işık tasarımcısı Kemal Yiğitcan’ı ve kostüm tasarımcısı Buğra Erkenci’yi ayrı ayrı tebrik ediyoruz. Koreograf Tuğçe Tuna’ya ve oyunun müziklerini yapan Manuk Hamparyan’a teşekkür ediyoruz. Son olarak prodüksiyonun başındaki ismi, Feri Baycu Güler’i ve proje asistanlarıyla, performans operatörlerini kutluyoruz.
Biz güzel bir oyun izledik, bize bir oyunda iki hikâye anlatıldı gibi hissettik; biri başkalarının hikâyesi, diğeri pek çoğumuzun hikâyesiydi. Ve bizce en güzeli, oyun bizi ümitle, gerçekliğe geri bıraktı, bizlere üzerine konuşabilecek konular verdi ve yorumlarımızla kendimizi daha iyi tanımamız için fırsatlar sundu.
Tiyatrodan da tam olarak bunu bekleriz zaten.