Öyle ya da böyle, insanlığın en büyük arzusu hayatta kalmak. Eğer hayatta kalmak sizin içi dert değilse, metropolun ortasında yaşıyorsanız mesela, ikinci sıradaki arzunuz da elbette mutlu olmak. Yaşıyoruz tamam ama nasıl yaşıyoruz? Mutlu ve huzurlu olmak, refah sahibi olmak önemli bir şey. Yıllarca filozoflar da bu sorunun cevabını merak etmiş zaten. Kahve telvelerinde ve optik formlarda aradığımız şey de eninde sonunda bu.
Bana sorarsanız mutluluk, beyindeki belli reaksiyon ve hormonlardan ibaret. Bir noktada hepimizin bir şeylere mutluluk duymasının sebebi koşullanmamız olabilir. Film izlemek hoşuma gidiyor çünkü bana gerçekliği unutturuyor, daha iyi ya da kötü bir gerçeklik sunsun fark etmez. Böylece sıkıcı rutinlerden, hayatta kalmayı güçleştirecek duygulardan, sıkıntılı her şeyden uzaklaşıyoruz. Hem yeni bilgi insan beynini tatmin ediyor. Eninde sonunda Nietzsche’nin de dediği gibi ‘‘Gerçeklikten ölmemek için, sanatımız var.’’ Tabii sanat mutluluk getiren şeylerden bir tanesi. Yemek yemek de mutluluk yaratabilir, yürüyüş yapmak da. Birazcık kimyasal ve birazcık koşullanmayla gerçekleştirilemeyecek şey değil mutluluk. Ama ne kadar uzun ömürlü olur bu mutluluklar? Bilemiyorum. Genel bir mutluluk hâline ulaşmak ve hayat boyu orada kalmak, biraz zor görünüyor. Bu bahsettiklerim de daha öznel ve gündelik şeyler. Kısa vadeli bir şey aramıyoruz biz.
İlk olarak hayatımızı tehdit eden hiçbir şey olmadığını varsayalım. Aynı şekilde hayatımızı güçleştiren bir şeyler de olmamalı. Kısacası yaşam hakkından ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin en tepesine kadar her şey tamam. Bunu gerçekleştirmek için yapmanız gerekenler mümkünse savaş olmayan bir ülkeye doğmak ve daha zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek. Bunlara sahip olmanızın yolu da doğuştan gelen bir şans, hangi evde doğacağınız olasılık işi çünkü ve bir de para.
Yani diyorum ki evet, para mutluluk getirir. En azından mutluluğun ön koşuludur. Para olmadan mutlu olunabilir ve elinizde yeşil tomarlar olsa dahi mutsuz olabilirsiniz. Ama bir noktada materyalist bakmamız lazım. Size yemek ve su satın alabilir, on iki saatlik uçak yolculuğuna çıkarabilir şu para denen şey ile gidip Fransa’daki buğday tarlalarında da gezebilirsiniz. Para mutluluk getirir ama amaç değil bir araç olarak. Önemli olan belli ebattaki belli mürekkep basılmış kâğıt değil elbette. Önemli olan kâğıdın içindeki potansiyel. Yaşamınızı garantilediniz, aç değilsiniz ve üşümüyorsunuz. Hasta olsanız tedavi olur, sıkılsanız ülke değiştirirsiniz.
Pek iyi, karnınız tok sırtınız pekse nasıl mutlu olunur, işte şimdi onu tartışmak lazım. Şimdi nereye baksak? Felsefeye ne dersiniz?
Stoacılar
Bu felsefe doğuda Revâkıyyûn olarak da biliniyor. İsmini anlatılıp tartışıldığı yerlerin stoalı yani revaklı yapısından alıyor. Stoacılar mutlu olmak için sakin olmalısın diyor. Değiştirebileceğin pek bir şey olmadığından sakin kalmalısın, kendini harap etmemelisin. Dünyanın bir düzeni var, doğa yasaları diyoruz bunlara. Bu yasalara uyum sağlayıp rasyonel bir hayat geçirirsen mutlu olursun. Her şey ”logos”tan yani Tanrısal akıldan geliyor, bunu İslam dinindeki ‘kaza ve kader’ inancına benzetebiliriz. Yani her şeyin bir nedeni var, biraz determinizm yani nedencilik ile benziyor sanki. Eğer bu gayet mantıklı, nedensel olan doğaya karşı çıkarsak hata etmiş oluyoruz.
Olgun olun diyor kısaca bu felsefe. Felaketler karşısında kendine hakim ol. Hatta bugün İngilizce’de kulandığımız ”stoic” sıfatı da buradan geliyor. Ölümden değil ölüm korkusundan korkuyorlar mesela. Bu felsefe daha çağdaş ve şehirli kalıyor, politikayla ilgileniyor. Kiniklerin tam tersine.
Bana sorarsanız bu biraz kabullenişçi duruyor. ”Amor Fati” diyorlar mesela, kaderini sev. Değiştirebileceklerin ve değiştiremeyeceklerinin ayrımını yapıp ona göre davran. Ayrıca günümüzde bunu ne kadar uygulayabileceğimiz de meçhul. Böyle sakin ve vakur olmak zor bir şey, bir de eninde sonunda içine attığın her şey yoğun bir biçimde taşıyor. Hem de önüne gelen ilk şeye yani yanlış yöne kanalize olmuş bir biçimde.
Kinikler
Gelelim kiniklere. Onlar, benim başta söylediğimin tersini söylüyorlar. Mutluluk ne maddi bir şeydir ne de insanlar tarafından çok dinlenmekten geçer, hatta sağlık bile önemsiz onlara göre. Burada çok daha basit, malsız mülksüz bir yaşam söz konusu. Minimalist düşün. Basite indirge. Fazlalıklardan kurtul. Kaybedecek bir şeyin olmazsa neden üzülesin ki? Bu biraz varı yoğu bırakıp yabana kaçmayı anımsatıyor insana. Ama ben sıcak su, sıcak yatak ve yemek isterim.
Bu felsefe sisteminden bahsedince akla gelen tek bir kişi var, Diogenes. Bu adam bir fıçının içinde yaşıyor, bir bastonu ve yorganı var, o kadar. Hatta bir keresinde Büyük İskender onu görmeye geliyor, Diogenes bu sırada güneşleniyor tabii, Büyük İskender kendisinden bir isteği olup olmadığını sorduğunda tek cevabı ”Gölge etme başka ihsan istemem” oluyor.
Bu felsefe öyle pek şehirli değil. Muhtemelen insan kendi fıçısından başka endişelenecek ve isteyecek bir şeye de sahip olmuyor. Dolayısıyla mutluluğu da kolaylaştırmıyor mu?
Bugün bizim mal varlığımızdan kaçmamız mümkün mü bilmiyorum, sonuçta bu mal varlıkları üzerinden tanımlıyoruz kendimizi. Kimse gerçek anlamda her şeyini bırakamaz çünkü emin olun bu da bir tür lüks. Kredi kartlarımızı iptal ettirmemiz için kaç farklı hata yönlendiriliyoruz ve kaç farklı kişi dil döküyor sayısını bilmediğimiz bir çağdayız. Üniversite sınavlarını ya da her gün girdiğimiz seksen metrekarelik daireleri bırakamayız, zaten öyle pek lüks içinde yüzdüğümüz de söylenemez.
Epikürcüler
İlk iki sistemden farklı olarak Epikürcüler, acıya dayanmak yerine acıdan sakınmayı önerir. İlk hedonistler de (hazcılar) denilebilir kendilerine. Ama bu demek değil ki sefa ve zevk içinde boş yaşamlar sürüyorlar, kendilerine bahçe filozofları denmesi ve bu bahçenin kapısında ”Ey Yabancı! Burada mutlu olacaksın zira burada en üstün iyilik hazdır.” yazması filan insanları biraz yanlış yönlendiriyor. Hemen carpe diem dövmesi gelmesin aklınıza. Bu insanlar atom teorisine inanan, bir de zevklerini hesaplayan kişiler. Yani gelecek kaygıları var, mesela en yüksek verimle nasıl haz alırım gelecekte diye düşündükleri de oluyor. Örneğin sen de ne zaman film afişlerinin önünde dikilip hangisine bilet alacağını seçmeye çalışsan alacağın hazzı hesaplıyorsun. Hatta bu haz denklemine eklediğin değişkenler de az buz değil. Yanında arkadaşın olsa başka, sevgilin olsa başka bir hazzı hesaplayacak, filmi başka insanlarla muhabbetine ekleyip ekleyemeyeceğini düşüneceksin. Evet, belki her şeyimiz olmamalı ”haz” ama bir noktada hayatımızın ve tüm günü birlik hesaplarımızın önemli bir parçası. Bugün okula gitsem mi? Otobüse mi binsem? Çıkışta film izlemeye mi gideyim? Ödevi müzik dinlerken mi yapayım? Bu kitabı satın almalı mıyım? Arkadaşlarımla dondurma yemeye gideyim mi?
Determinist değiller ama özgür iradeyi de savunmuyorlar çünkü atomlar rastgeledir diyorlar. Atomlar rastgele ise hayatımız da rastgeledir. Ama ölümden korkmaya gerek yok, bu da yaşam kalitesini düşürür. Epikür diyor ki ”Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum.”, bunu duymak insanı hafiften rahatlatmıyor değil. Ona göre felsefe bir tür ilaç, reçete de şu: Ne Tanrılardan ne de ölümden korkmaya gerek yok. İyiyi elde etmek ve korkunç olana katlanmak ise kolaydır.”
Bu felsefede de politikaya ya da şehir hayatına dahil olma yok, kendileri bir arkadaş grubu olarak bahçelerinde komün kurmuşlardı ve dış dünyadan daha kopuktular.
Bu günümüzdeki yaşam tarzlarımıza daha yakın duruyor. Çünkü biz daha nihilist ve daha umarsız bir nesiliz. ”Basit hazlar peşinde koştuğumuzu” da söyleyebiliriz belki. Ayrıca diğerlerine kıyasla insanın yüreğine su serpen bir felsefe bu.
Ama buradan belli bir noktaya geliyoruz, bir cevap bulamadık. Mutluluk çok öznel bir şey, cevap bulmak sadece bireysel olarak gerçekleştirilebiliyor. Zaten felsefe böyle bir şey, bir sürü kesinlikle garip bıyıklı ve sakallı adamın fikrini duyduktan sonra hiçbir yere varamamak da diyebilirsiniz, fikirleri sentezleyerek kendi idealinize ulaşmak da. Ama burada başka bir soru daha var, mutluluğun sürdürülebilir olması gerekiyor mu ki? Yani mutluluk sürdürülebilir olacaksa, sürdürülemez olması lazım değil mi?
Şöyle diyeyim, sonsuza dek, her zaman mutlu olsaydık mutlu olmak diye bir kavram olmazdı. İnsanlar kâğıt kalemle mutluluğu aramazdı. İnsanların en derin okyanusun en dibine ya da en yüksek dağın zirvesine çıkmak için bir sebepleri de olmazdı. Mutluluk-ölçer diye bir alet olsa, o aletin üstünde sürekli aynı rakamlar okunsa ne yapmışsın, ne söylemişsin ne fark eder ki?
Robert Nozick‘in Anarşi, Devlet ve Ütopya adlı kitabında ”deneyim makinesi” adında bir düşünce deneyi var, aslında deneyi ”Mavi hap mı kırmızı hap mı?” diye de özetleyebiliriz. Kendinizi bir simülasyon makinesine bağladığınızı ve deneyimledikleriniz gerçek olmasa dahi hep mutlu olacağınızı hayal edin diye soruyor kendisi. Burada sorun mutluluğun gerçek olmaması değil bence. Çünkü örneğin bir kitap ya da gününü size anlatan arkadaşınız da düşük seviyeli bir simülasyondur. Sorun aslında dış dünyadaki tüm o acı gerçeklerde de mutluluğun bulunması. Her ne kadar acı çekiyormuş ve üzülüyormuşuz gibi görünse de ne zaman biri bize ”Seni sevmiyorum!” itirafını yaptığında, evet ilk adım üzülmektir, mutlu olmamız gerekir. Nietzsche hakikati mutluluğa tercih etmekten bahsedince mutluluktan vazgeçmiş olmuyor. Kendisi acılara göğüs gerilmesini savunurken, ”Öldürmeyen güçlendirir.” derken aslında gerçek mutluluktan bahsediyor olmasın? Hakikat mutluluk vermelidir belki de, acı olmasına rağmen?
Klişe gelebilir ama hüznü almadan mutluluğu da alamıyorsunuz. Ki bu güzel bir şey. Öleceğini bilen, ”ben bu düyaya gelmeden önce ne vardı?”, ”gittikten sonra ne olacak?” diye soran bir varlığın üzülmemesi mümkün mü? Öyle ya da böyle çeşitlilik hoş bir şey. Hiç ağlamadan kahkaha atmanın nüktesini kaçırırsınız. Her gün her an mutlu olmayacağınızı da kabul ederseniz, işte o zaman mutlu olursunuz.