Tarihi gerçeklik aramadan ve bu yüzden spoiler vermeden Napoleon film incelemesi yapıyoruz.
Ridley Scott’ın bir yaptığı filmle herkesi kendine hayran bırakıp sonraki yaptığıyla da herkese karşı kendini savunmak durumunda kaldığı döngüsel bir durumun içindeyiz. The Last Duel’ın aldığı alkışlardan sonra House of Gucci yetmemiş olacak ki Ridley Scott’ın kendini savunma ihtiyacı duymasından Napoleon da nasibini aldı. Savaş ve tarih filmlerinin üstadı kabul edilen Ridley Scott, Napoleon ile seyirciye; “ben bu ciddiyetsizliğe neden bakıyorum” dedirten bir film oldu. Oppenheimer‘dan sonra senenin ikinci büyük tarih filmi olan Napoleon cuma günü vizyona girdi ve spoiler vermeden yapacağımız kısa bir Napoleon film incelemesi ve hayal kırıklıklarımızdan damlayan göz yaşlarını alt satırlarda bulabilirsiniz.
İster üniformalı portresiyle bilin ister “para, para, para” gibi bir sözle anılmasından, ister de Tommiks’in atı veya Hayvan Çiftliği’ndeki domuz olarak fakat şu kesin ki sokağa çıkıp sorduğumuzda Napoleon adını duymamış kimse olmayacaktır. Tarihteki en bilindik birkaç isimden biri olan Napoléon Bonaparte için herkesin kafasında belirli bir çerçeve vardır. Hakkında yazılmış, çizilmiş ve anlatılmış şeylerin de ucu bucağı bulunmaz. Kendisi muzaffer bir general mi, zalim bir imparator mu sorusuna filmin verdiği cevap; karikatür kitabından fırlamış bir karakter olduğu oldu.
Film, boyunca karşınızda ne büyük dehasıyla kendine hayran bırakan ne de kompleksli karakteriyle kendinden nefret ettiren biri vardı. Daha çok Joaquin Phoenix’in son beş filmdir canlandırdığı karakterin aynısı; tutuk, olayları pek anlamlandıramayan biri vardı. “Onu anlıyorum” diyebileceğiniz bir düzlemde durmayan karakter, daha çok bulunduğu konuma tesadüfen gelmiş, yükselmesi ve yaptıkları öylesine olmuş, sıradan biri gibiydi. Hatta ait olmadığı döneme ışınlanan bir zaman yolcusu gibi her şeye yabancı duruyordu.
Ridley Scott’ın, Napoleon’u çok yükseklere konumlandıran hatta “Ben Napoleon’un yaptığı hatayı yapmamalıyım.” diyecek kadar kendini onunla özdeşleştiren ve karşısında, filmi yapmaktan vazgeçecek kadar büyük bir karakter gören Stanley Kubrick gibi, bir efsane yaratmaya niyetlenmiş olması kabul edilebilirdi. Tam tersine herkesin aklındaki Napoleon imgesini yıkmak isteyen, onun sanıldığı kadar büyük olmayan, hatta berbat biri olduğunu göstermeye niyetlenmiş de olabilirdi. Bunlar iki keskin uç olarak geliyorsa da tarihi akış içinde olayların insanları sürüklediğini, öyle bir dönemin, kendisi istemese de öyle bir karakter doğuracağını da iddia edebilirdi. Bunların yerine Ridley Scott, filmden çıkar çıkmaz unutulacak bir karakter anlatmaya karar vermiş olduğu anlaşıldı.
Her şekilde karakterler de olaylar da çok yönlü olarak ele alınabilecekken ortaya konan eser; uzun kronolojik akış içindeki bölük pörçük enstantanelerden oluşturulmuş bir kolaja dönüşüyor. Tekilde ilgi çekici sahnelere sahip olan film, bir bağlamdan ve bütünlükten tümüyle kopuk kalıyor.
Napoleon ve Josephine’in toksik ilişkisi filmin bel kemiğini oluşturuyor ama hiçbir zaman hikâyeyi sırtlanacak bir derinliğe ulaşmıyor. Josephine, Napoleon’a; “Bensiz bir hiçsin, zaten annenle de sorunların vardı.” gibi bir cümle kuruyor ama bu, ilişkinin neden önemli olduğuna dair bir referans olmuyor.
Napoleon’un seferde olduğu dönemlerde ikisinin arasındaki mektup trafiği, ne kadar tarihi an varsa hepsini bıçak gibi kesmeyi başarıyor. Bir anda Mısır’da sfenksin topa tutulması ekrana geliyor ve daha onun burnu düşmeden arkasını dönüp “Ee nasıl gidiyor” diye mektup yazmaya başlıyor. Film ekran süresinin uzun bir kısmında, dönen mektupları zaman atlamaları olarak kullanıyor. Bir noktadan sonra müzeden alınan mektuplardan uyarlanmış gibi duran filmin adı Napoleon değil de Generalin Mektupları olsaymış kendini daha iyi ifade eden bir isim seçilmiş olurmuş. Savaşı mektupların kesmediği yerlerde de çatışma alanında, alt köşede Napoleon’un kaç asker kaybettiğini gösteren bir kill count beliriyor.
Filmi izlerken yüzünüzde sıklıkla belirecek olan gülümsemeye şaşırmayın çünkü film oldukça fazla espri barındırıyor. Bunlar katıla katıla gülünecek sahneler olmasa da sürekli yaşanan absürtlüklerin, zaten olmayan ciddiyeti iyice ortadan kaldırdığı sahneler oluyor. Aslına bakarsanız tam olarak bu sahneler iki buçuk saatlik filmin görece daha hızlı geçmesini sağlıyor.
Yönetmen kurgusu dört buçuk saati bulan film, zorla kesilmiş gibi duruyor. Uzun versiyonu izlendiğinde muhtemelen daha elle tutulur bir hikâye sunacak ve belki de seyirciyi sürükleyip götüren bir bütünlük oluşacak. Hatta o versiyonu izlendikten sonra gelen bir Napoleon film incelemesi sadece filme değil tarih sayfalarına da bakmaya motive edecek. Tabii stüdyo baskısıyla kısaltsa bile filmi bu şekilde kesen kendisi ve filmin bu şekilde sinemaya girmiş olmasının tutar tarafı hiçbir zaman olmayacak.