Newsroom ile olan ilişkimde açıklayamadığım bir şeyler var. Gerçekten. Dizi beni öyle inanılmaz bir yerimden falan vurmuyor. Aaron Sorkin’in tiradlarına hayranım, ama hikaye beni kalbimden falan yaralamıyor. Neresinden bakarsanız bakın unutulmaz ya da kaçırılmaz bir iş de yok ortada. Bunları biliyorum. Ama nedense devamlı kendimi YouTube’dan “Newsroom’un en iyi sahneleri” diye aratırken buluyorum. Arka arkaya yirmi beş sahne, otuz tirad, on beş espri izliyorum iki sezondan.
Bu yüzden de üçüncü sezonun başlangıcı benim için büyük bir meseleydi. En sonunda Sorkin’in yeni materyali ile tanışabilecek, eski YouTube kliplerine ara verebilecektim. Gelin görün ki, tarihi aklımdan uçup gittiğinden, geçen Pazar günü yapılan galayı, ancak bugün yakalayabildim. Öyle çok inanılmaz beklentilerim falan yoktu aslında. Normal dozunda Newsroom’umu alsam, akşam yastığa kafamı rahat koyacaktım. Gelin görün ki, kısmet olmadı…
Şimdiden söyleyeyim, öyle berbat bir durum yok ortada. Bölüm, belli ki sezonun geri kalanına damga vuracak bir temanın ve o temaya büyük ihtimal paralel gidecek sezon genişliğindeki konunun girizgahını yapıyor. Tema çok basit, Will McAvoy ve ekibinin internet gazeteciliği ve sosyal medyanın tetik merakıyla imtihanı. Bunu da Boston maratonunun finiş çizgisinde patlatılan bombanın haberiyle yapıyor.
Bilen bilir, Sorkin’in bu konuda haklı olarak altını çizdiği gibi sosyal medya çok fazla şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı bombalama sırasında. Olayla alakası olmayan kişiler şüpheliymiş gibi gösterildi, internetten alakasız kişilere ölüm tehditleri gitti, polisin soruşturması defalarca sekteye uğratıldı bu sebeple… Tam bir belaydı yani. Sorkin üçüncü sezonunda bu temayı işleyecek gibi gözüküyor. Muhtemelen geçen sezon Genoa haberini işlerken verdiği “medya da batırabilir bazen” mesajına güveniyor bu sezonda. Bir anlamda “bakın çuvaldızı kendime batırdım, iğneyi size doğrutlmak hakkım” şeklinde gelen bir inanç bu.
Fakat o kadar yarım yamalak ve o kadar eski kafalı bir mantık ki bu, gerçekten insanın tüyleri ürperiyor izlerken. Oraya sırf finalde “adamınız penaltı diyor” dedirttirmek için konulan Neal ve Hallie karakterleri çok eğreti duruyor. “Twitter’dan gelen haberleri niye koymuyoruz” sorusuna çok kıvançlı bir şekilde onur, etik gibi kavramlarla cevap veriyor Sorkin. Bunları yapan adamın geçen senelerde Mısır’daki devrimi incelerken sosyal medyaya neredeyse hiç değinmemiş, değindiğinde de ucunu geleneksel medyaya dayamış olması olayı daha da acıklı yapıyor.
Sorkin gürültünün içerisinde sosyal medyanın gerçek seslerinin kaybolduğunu dahi düşünür bir hâlde değil, o her şeyi silme gürültü zannediyor. Oysa ki bir Türkiyeli bulup sorsa, anlatırdı ona sosyal medyada etik ve onur gibi kavramlarla çalışan “vatandaş gazetecilerin” de olduğunu, bunların sayısının bu prensiplerle çalışan geleneksel gazetecilerden çok daha fazla olduğunu… Hiç merak etmemiş, hiç meseleyi derinlemesine deşmemiş Sorkin.
Sorkin’in bu sezon boyu anlatacağını açık ettiği hikaye ise Neal’ın gizemli bir kaynaktan şifreli devlet dosyaları istemesiyle ihlal ettiği yasalar. Bu bağlamda yine Genoa benzeri bir hukuki sürece de göz kırpıyor. İşte bölümün ana problemi de bunun altından çıkıyor. Her şeyi buna yığmak pek anlamlı değil, ama bir sembol teşkil ettiği de şüphe götürmez bir gerçek. Genoa, hikayenin kurgulanış biçimi olarak çok ilgi çekici bir sezon hikayesiydi. İlk sezondaki News Night 2.0 ve Hacking meseleleri de. Burada ise genel olarak bir… banallik var.
Bu kelimeyi kullandığıma inanamıyorum, ama gerçekten durum bu. Bir önceki sezon ilginç olan şeylerin bile büyüsünü kaybetmiş Sorkin. Örneğin hem Mac – Will, hem de Don – Sloan ilişkileri bu bölümde gözüme felaket sıkıcı gözüktüler. Maggie’nin üç sezon sonra hâlâ birilerine bir şeyler kanıtlamaya çalışıyor olması beni yordu. Geçmiş sezonlardan bu yana ilgi çekiciliğini arttıran tek şey muhtemelen bu sezon daha sempatik gözükecek olan Reese’di, o da zaten çok az durdu etrafta.
Özetle çok unutulabilir bir bölümdü bu. Önümüzdeki Pazar, dizinin ikinci bölümü yayınlandığında daha net bir resim elde ederiz. Fakat şimdilik, çok da parlak gözüken bir şey yok.