11. Söyleyemeyeceğiniz Tek Şey Dizinin Sürükleyici Olmadığı
True Detective’in ilk sezonundan on beş dakika içerisinde bir şey bulamayarak ayrılmam sadece benim yaşadığım bir şey değil. Bilakis benzer tepkileri internette pek çok yerde okuduğum gibi, diziyi seven arkadaşlarımdan da duydum. İlk sezon, çok hafif esintilerin toplanarak finale doğru fırtınaya döndüğü bir şeydi. İzleyiciyi taşıması zordu. İkinci sezon ise çok daha güçlü bir rüzgarla başlıyor. Sürükleyiciliği tam olmuş yani.
12. Sıfırdan 100 Çarpıklığa Çok Hızlı Geçiyor
İlk bölüme dair en hayran olduğum şeylerden biri de bu oldu. Dizi bir saniye içerisinde asayişin berkemal olduğu bir havadan, her şeyin inanılmaz çarpık, bozuk ve yanlış olduğu bir dünyaya geçiş yapabiliyor. Bu izleyiciyi sarstığı gibi, ekran başına da kilitliyor, zira hiçbir şey değilse izlediğiniz şeyin asla sıkıcı olmayacağını biliyorsunuz.
13. Ve Allah Kahretsin Ki Dizi Rahatsız Edici
Bunu herhalde ilk sezonu izleyen kimseye izah etmeme gerek yok. True Detective biraz ekmeğini buradan çıkartıyor ve dediğim gibi çekici noktalarından biri de bu. Hiçbir noktada elini korkak alıştırmak gibi bir niyeti yok; bu kan revan göstermek de olsa, tamamen doğal bir olayı inanılmaz sapkın bir şekilde yansıtmak şeklinde de…
14. Beyniniz Diziyle Beraber Koşuyor
Dizinin ilk sezonunu bilmiyorum ama, True Detective’in ikinci sezonunun gerçek bir polisiye olduğuna dair beni en ikna eden şey bu oldu. İlk sezonun okkült bir dava incelediğini biliyorum, dolayısıyla tonlama ve metod başka bir noktaya kaymış olabilir. Ama ikinci sezon, saf bir polisiye. Ve her saf polisiye gibi, beyninizi konuyla paralel olarak koşturtmayı başarabiliyor. Daima bir sonraki adımı, bir sonraki virajı düşünüyorsunuz. “Bunu kim yaptı?”, “Burada ne oldu?”, “Şimdi ne olacak?”.
15. Farklı Karakterleri Harika Bir Araya Getiriyor
Inarritu sağ olsun, bir ara bu mefhumu gidip telif hakları ofisinde kendine damgalatacaktı neredeyse. Onun filmlerindeki ağdadan çok hoşlanmadığım için, kafamda “çok alakasız gözüken karakterler, kaderin cilvesiyle bir araya gelirler” meselesi çok saçma bir yere konumlanmıştı. True Detective dört farklı ana karakterini hiç böyle ucuz rastlantı tuzaklarına düşmeden, çok zarif bir şekilde bir araya getiriyor. Hatta öyle ki, yan yana geldiklerine mutlu olurken buluyorsunuz kendinizi.
16. Gerilim Çok Güzel Bir Şekilde Artıyor
İkinci bölümün finalini izlemiş kimseye bunu anlatmama gerek yok, ama ilk bölümün birinci dakikasından, son yaşadığımız sahneye kadar Pizzolatto gelecek olanlara çok güzel hazırladı izleyiciyi. Çarpıklık depar atmış olabilir, ama gerilim çok güzel bir şekilde maraton yarışındaydı; orası kesin.
17. Ve Vince Vaughn 2. Bölümde Sizi Utandırıyor
Daha doğrusu şöyle diyeyim, Justin Lin ve Pizzolatto, dizinin ikinci bölümünde Vaughn’ı daha doğru kullanmanın yollarını buluyor gibiler. Vaughn çabuk ve zeki ikili diyaloglar içerisinde serpilen bir adam. Uzun monologlar ona yaramıyor. Dolayısıyla iş bağlamaya çalışırken, dayak attırdğı adamla konuşurken, Colin Farrell’a ayar verirken girdiği muhabbetlerde çok güzel parladı ikinci bölüm içerisinde.
18. Perspektif Hissine Çok Önem Veriyor Dizi
True Detective’in her beş sahnede bir gökyüzüne dönüp aziz Kaliforniya’ya tepeden bakması boşuna değil. Dizi yupyukarıdan çektiği görüntülerle, sizi ufacık hissettirmek istiyor. Arzusu çok yerinde, uygulayışı da çok başarılı. O geçiş sahneleri kadar, kamera açıları ve hareketleri de bir sonraki sahnede ihtiyaç duyacağınız hissiyatı sağlıyorlar.
19. Kimya Muhteşem
Dört aktörün dışındakilerin çöp olduğuna dair kanaatim ikinci bölümde de değişmedi, bilakis Vaughn’ın yanındaki ablanın o rolü kaptığına inanmakta da güçlük çekmekteyim hâlâ. Gelin görün ki bu, ana dört aktörün birbiriyle olan kimyasının muhteşem olduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Birlikte daha çok sahne geçirsinler istiyorsunuz, daha çok konuşsunlar ya da hiçbir şey olmayacaksa, daha çok sessiz kalsınlar beraber.
20. Bu Bir Erkek Fantezisi
Sakin olun. Atlara davranmayın hemen. Diziye “seksist” demiyorum. İnce bir çizgi var söylediğim iki şey arasında. True Detective’in ikinci sezonu, kadınları aşağılayıcı bir tutum sergilemiyor; ya da en azından, göze batacak denli bir kabahati yok bu konuda. Ama bu bir erkek fantezisi. Gördüğüm en ağır ve karanlık erkek fantezilerinden biri hem de. Mesele önce kadın karakterlerden başlıyor. Frank Semyon’un kız arkadaşıyla olan ilişkisi, o kadar erkek perspektifinden idealize edilmiş bir dokuya sahip ki, duaların arasına sıkıştırırsınız öylesini. Rachel McAdams’ın oynadığı Antigone de erkek fantezilerinde yeri büyük olan açık, net ve seksi mistivize etmeyen kadınlardan.
Burada saydığım kadın karakterlerin hiçbiri aşağılanmıyor, ama her biri, diğer karakterler gibi Pizzolatto’nun fantezilerinde yeri olan figürler oldukları belli. Dizideki başlıca kadın karakterler kısaca koşulsuz şartsız erkeğinin yanında olan zeki ve klas kadın, fiziksel olarak erkeğini arzulayan seksi ve iyi kalpli kadın, her şeyden önce oğlum diyen cefakar anne ve seks de dahil pek çok konuda standart olarak kadınlara atfedilen sıkıntıları aşıp “erkek” gibi davranmaya başlamış olan bağımsız kadın şeklinde sıralanıyorlar. Bunların hiçbiri bir misojeni oluşturmuyorlar (bunu yirminci kere yazıyorum ki sonra başıma üşüşmeyin lütfen), ama bir erkek fantezisinin içerisinden çıktıkları da çok aşikar, çok net.
Hakeza aynı şeyi erkek karakterler için de söylemek mümkün. Colin Farrell gidip oğlundan çalınan erkekliği yumruklarıyla geri alıyor, Taylor Kitsch sorunlarını “konuşarak” değil, motorsikletine binip karanlığa karışarak çözüyor, Vince Vaughn iş bitiriyor, kontrolü elinde tutuyor, elindeki kuklaların iplerini oynatıyor. Tekrar yineleyeyim, bunların hiçbiri bir problem teşkil etmiyor. Bunlar diziyi “ayıp” falan yapmıyor. Ama izlerken de akılda tutmakta fayda var, zira bir kere çözünce, her sahnenin böyle dizayn edildiği de çok net gözüküyor.