Önümüzde bizi bekleyen muhtemel kötücül gelecek kurguları üzerine odaklı yapımlar ne kadar ilginizi çekiyor? Bu türdeki dizi, film veya kitapları genel olarak “distopya” olarak nitelendirsek de, her birinden de aynı derecede zevk alamıyoruz ne yazık ki. Kimisini fütursuzca övmelere doyamazken, kimisini de delilercesine yerin yedi kat dibine sokuyoruz… Peki bunun temel sebebi ne sizce? Tüm olay nerede bitiyor? Sadece kurgusu tek başına bir yapımı kurtarmaya yeter mi? Bu durum izleme zevkimize hitap edenlerinde ise oyunculuk, yönetmenlik, görsel katkı ve daha birçok özelliği ile daha da dallanıp budaklanıyor. E hal böyle olunca da, elimizde hem övmeye hem de gömmeye yarayacak onlarca neden çıkabiliyor doğal olarak. O zaman kısa maddelerle iki şahane, iki de bahane distopik kurguya sahip dizilere göz atmaya ne dersiniz?
Önce gelin de distopyaların yüz karası olmaya adaylara bakalım:
Revolution (2012-2014)
Elektriklerin olmadığı bir dünya mı? Lambalarla aydınlanmak yerine mumlar mı? Ne demek bir daha internet kullanamayacağız?! Adeta kabus! Revolution, olayların fitilini ateşleyecek konu açısından yeterli malzemeye sahip gibi gözükse de, daha ilk sezondan bocalayan tempoyla başlayan bir dizi olmuştu şahsi fikrimce. Sırf J.J Abrams yapımında yer alıyor diye hayranlar tarafından fazlasıyla gazlanan bir yapım olarak sürüsüne bereket reklamı yapılıyordu zamanında. O yıl içinde, kadrosuna dahil oyuncuların büyük çoğunluğunu tanımadan bir şekilde reklamlarının cazibesine kapılarak ben de heyecanla beklemeye başlamıştım çıkacağı ilk günü. Ama keşke beklemez olsaydım…
İlk bölümüne başlarken hissettiğim duygular, her geçen hafta gittikçe çamura bulanıyordu doğrusu. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk sezon içinde yalnızca altı-yedi bölüm dayanabilmiştim. O da ciddi anlamda ite kaka ilerleme sonucu gelebildiğim son noktaydı sahiden de. Şimdi sorsanız aklımda kalan tek bir güzel yanı olduğunu söyleyemem mesela, öylesine beynime kazımak istemeyeceğim türden bir dizi olmuştu. J.J Abrams destek sağladı diye deheşetengiz bir yapım olacak umuduyla beklemenin aslında çok da yersiz olduğunun farkına varmak da biraz can yakmıştı doğrusu. Eh, insan bazı şeyleri deneyimlemeden tam olarak kaderine karar veremiyor.
Yalnızca iki sezon dayanabilen dizi, en son iptal olmuştu öyle değil mi? Nedeni aslında sonuna kadar izleyenler için fazlasıyla açık olsa da, benim gibi birkaç bölüm sabredebilenlere bile yeterince net sayılabilir. Fikir güzel, görsel zevkinizi bozacak çok da sıkıntı yok, oyunculuklar yerine göre iyi ya da kötü ama gelin görün ki eldeki bunca malzeme bir araya geldiğinde senaryodaki boşlukların yarattığı silsilede yitip gidiyor maalesef. Konu temelde güzel olabilir ama işlenmesi tam bir hayal kırıklığı. Son bıraktığım bölümlerde yanlış hatırlamıyorsam sembolik bir kolyenin yaydığı bazı dalgalar sayesinde etraftaki elektronik cihazların çalışabilmesi gibi tuhaf bir durum söz konusuydu mesela. Muhtemelen diziye devam etsem o olayı şöyle ya da böyle mantıklı bir çerçeveye oturtmuşlardır diye düşünüyorum ama gidişatın iyi olmadığı bir cevaba sonucu için de iyi puan vermek istemeyen öğretmen edasıyla bu umudumu da suya gömüyorum ne yazık ki.
Sonuç mu? Kumaş iyi, terzi tamam; dikiş teknikleri anaokulu çocuğunun el işi çalışmalarından bozma.
The Last Ship (2014 – …)
Neden bilmiyorum ama bu çeşit insanlığın sonunu getiren hastalık konulu işler bir şekilde beni kendine çekiyor ilk bakışta. Mobil oyun dalında Plague Inc ile bu bağımlılığımın arttığı şu distopik kurgularda The Last Ship’e de başlama sebebim yine bu tuhaf ilgimdi. Son sürat Amerika milliyetçiliği kasan türden her türlü yapım bana ne kadar banal gelse de, bir şekilde bu dizide Revolution’dan daha ileriye gidebilmemi sağlayan farklı nedenler oldu benim için.
Öncelikle dediğim gibi; ana teması ilgi çekiciydi. Tüm dünyada toplu ölümlere yol açan bir virüs ve geriye kalan bir avuç sağlıklı insanın vereceği mücadeleler mi? Tamam, kulağa fena gelmiyordu. İyi işlenirse neden bir sonraki bölümünü heyecanla bekleyeceğimiz bir yapıma dönüşmesindi ki? Zaten konusu dışında beni cezbeden bir sebebi daha vardı: Adam Baldwin. Chuck dizisi için beslediğim dipsiz kuyu misali aşk minvalinde duygular, kadrosunda ilk dikkatimi çeken ismin Adam Baldwin olduğu gerçeği ile bir şekilde beni pozitif ön yargılara itti. Sorarım size, hanginiz sırf çok sevdiğiniz bir oyuncu var diye körlemesine bir diziye ya da filme başlamadı ki? Yalan yok, pozitif ön yargı böyle bir şey işte dostlar. İnsanın gözlerini bir bakıma boyayıveriyor vallahi.
Konuya tavız, kadrosundaki isme ayrı aşığız dedik tamam ama peki bir dizinin yeterince iyi sayılabilmesi için bu kadar sebep yeterli mi? Elbette hayır. Zaten The Last Ship’in de bendeki limiti de burada doldu ne yazık ki. Uzun bir süre boyunca bölüm bölüm takip etmeye, hatta televizyonda denk gelsem bile arada kaçırdığım bölümdeki önemli olaylar korkusuyla kanal değiştirmeye çabaladım kendimce. Aslına bakarsanız çok da fena ilerlemiyordu dizi. Bir sonraki bölümü çok büyük heyecanla beklemesem de, izlemekten zarar gelmez kafasıyla bir kırk dakika daha kendimi ekran başından ayırmadığımı bilirim. Çünkü çok çok kötü değildi, idare ediyordu bana göre. Hatta Amerikan milliyetçiliğinin her karesinden istenmeyen ot tarzında bitiverdiği bölümlerde, kendimi başka pozitif yönleriyle körüklemeye çok çabaladım. Ama yeterli olmadı, olamadı… Ortalama bir dizi olarak başladığım The Last Ship, minik minik düşmeye başladı. Senaryo her geçen bölüm gittikçe ağır işlenmeye, Türk dizilerinden hallice bir hızda ilerlemeye devam etti. E artık bir yerden sonra da gözümde iflas bayrağını çekti zaten. Daha da ilerlemek isteyemeyeceğim bir yapım haline gelen dizi iyice monoton ve sıkıcılaştığı için, çok da önereceğim yapımlar arasında yer alamadı.
Ha bir de ek olarak, Michael Bay’in parmağı olan bir yapım olduğunu söylediğim zaman insanların ironik suratları hep beni düşündürmüştür. Neden acaba? (i-i-i-i-roni)
Sonuç ne peki? Tamam anladık özgürlük, Amerika askerleri, demokrasi ruhu, denizcilik şeysileri ama… Keşke bu hastalık temasını daha sert ve daha kusursuz işleyebilseydiniz be hocam. Denek olarak kullandığınız maymunlara yazık vallahi, ruhları şad olsun…