Geçtiğimiz haftalarda aramızdan ayrılan ve postmodern edebiyatın en güçlü temsilcilerinden biri olan Paul Auster‘in hayatını kaybetmesinin ardından yurt dışında birçok kitapçının yazar için belirli okuma ve tavsiye köşeleri yaptığını gördüm ve işittim. Türkiye’deki Twitter ortamında kimi kitapçının bu girişimlerden uzak kaldığını (kısmen doğru olmasa da) da görünce, büyük bir kesimin zihninde farklı kapılar aralamış ve Türkçeye de birçok yazılı eseri çevrilmiş (Can Yayınları) böylesi bir yazarın ardından Auster’i tanıtacak ama genel olarak başka kitap tavsiyeleri de içeren bir yazı yazmanın uygun olacağını düşündüm.
Hem yazar hem senarist hem de çevirmen-editör kimliğiyle tanıdığımız, kitapları 40’tan fazla dile çevrilen Auster’in okuyanın zihnini geliştiren ve hayal gücüne farklı özellikler ekleyen bir yapıda eserlerini kurguladığını, rastlandtılardan ve olasılıklardan yola çıkarak oluşturgu hikaye ve romanlarında postmodernizmin ustalığını konuşturduğunu söyleyebiliriz.
Eserlerinde karakterlerin ve de olayların kusurluluğundan yola çıkarak olayların veya durumların anlamsızlığını, karmaşasını tüm bu karmaşayı ve telaşı kusurlu olmamızla açıkça gösteren Paul Auster’i özellikle Türkiye’de bir dönem popüler kılan şey, kısmen de olsa kitapları dışında “basın özgürlüğü” özelinde kimi politikacılarla polemiğe girmesiydi. Türkiye’ye gelmeyi de demokratik nedenlerle reddeden fakat kitapları Türkiye’de çokça okunan Paul Auster, şüphesiz değeri maalesef ölümünden sonra daha çok anlaşılacak bir yazar.
Paul Auster’in New York Üçlemesi:
Birbirine ince ince bağlanmış, başta karmaşık gibi görünen fakat kitabın dokusunu anlayabildikçe çözülmesi bir o kadar eğlenceli bir yapı halini alan kitabın Amerikalı bir yazara kıyasla farklı bir Avrupalılık gösterdiği edebi anlamda öne sürülebilir. Hikâyenin aslında kelimelerde değil olayların karmaşasında arattığından olsa gerek birçok Paul Auster kitabının aksine ilk sıralara konulmayan ve polisiye türünü bir çeşit paranoyayla açıklamaya kalkan eser, bana kalırsa Paul Auster okumaya başlamak için biçilmiş kaftan. Dilinin tüm inceliklerini eserinde bulabileceğimiz ve Türkçeye de İlknur Özdemir tarafından çevrilen bu kitabı ben Türkçe edisyonundan okumadığım için net bir “Türkçede okuyun” tavsiyesi veremeyeceğim fakat eğer İngilizceniz varsa mutlaka Paul Auster’i ana dilinde okumak en doğru seçenek olacaktır.
Orhan Pamuk’la Doksanlar ve Yazarlık Serüveni: Öteki Renkler
Bir süredir çeşitli bağlantılarla eserlerini bir de Türkçe olarak edinmek istediğim Türkiye’nin yaşayan en büyük romancısı Orhan Pamuk’un kitaplarından çok politik açıklamalarının gündeme geldiği, karanlık varsayabileceğimiz zamanları geride bırakıp yazarın ilk dönem eserlerini ürettiği ve vaktinin büyük bir çoğunluğunun geçtiği Orhan Pamuk’un İstanbul’una bir bakış atmak ve onun bazısı gazetelerde bazısı ise Avrupa’daki ve Amerika’daki dergilerde yayımlanmış denemelerinden ve röportajlarından derlenmiş bir düz yazı toplaması Öteki Renkler. Yazarın Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı veya Cevdet Bey ve Oğulları gibi ilk döneminde ses getirmiş kitaplarının yazım süreçlerine bolca yer verdiğini görüyoruz bu toplamada.
Türkiye’nin birçok farklı politik gerilimle uğraştığı, Batılılaşma ve kendi öz kültüründe kalma çatışmalarının Orhan Pamuk’un birçok eserinde görebileceğimiz gibi yapı taşı olarak oturtulduğu derlemede, yazarın daha sonrasında Nobel Ödülü’ne gidecek yolculuğunda ne gibi edebi karmaşalardan sıyrılıp sonraki kitaplarına göndermeler yaptığını da anlıyoruz. Türkiye ve Dünya edebiyatından da birçok yazar hakkında Pamuk’un düşüncelerini okuduğumuz, İstanbul’un renklerini içimize geçiren Öteki Renkler’de gözüme çarpan bir diğer etken de kitabın (büyük ihtimal bir düz yazı derlemesi olmasından mütevellit) diğer kitaplarının aksine sadece 7 baskıda kalabilmesiydi.
Psikolojik Bir Gerilim ve Bir İlk Roman: Berlin
Geçtiğimiz yıl yayımlanan ve birçok psikolojik gerilim okurunu hayrete düşüren Bea Setton’un ilk romanı Berlin, şehir olarak yazarın kendisine de bir süreliğine de olsa ev sahipliği yapmış. Fransız fakat İngiltere’de yaşayan bir ailede büyüyen Setton’un eserinde özellikle feminist birçok düşünceyi de içinde barındıran farklı otobiyografik detaylara rastlamak mümkün. Yazarın kendisinin de felsefe eğitimi almış olduğunu ve kitabın ana karakterinin de bir felsefe bölümünde okuduğunu anlayınca, yazarın geçmiş psikolojik bunalımlarından olduğunu varsaydığımız, takip edilme ve takip etme duygularını harmanlayan eserin çıkış yakalayıp ilgi gördüğünü söylemek mümkün.
Henüz Türkçe baskısı bulunmayan ve Penguin tarafından yayımlanan romanın Z Kuşağı’na da son derece uygun olduğunu ve özellikle Berlin’in çeşitli bölgelerini birer simge olarak romana entegre edişini beğendiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Sıcak yaz aylarında kolay okunan yapısıyla sizi pek de zorlamayıp gerilim duygusunu da aşılayabilecek bir ilk roman Bea Setton’un Berlin’i.