“İktidar ile özgürlüğün direnişi birbirinden ayrılamaz. İktidarın olduğu her yerde bir direniş ya da direniş imkânı vardır.”
Ferda Keskin
1930’lardan itibaren Asimov, Clarke, Heinlein gibi bir yandan bilim adamı olup bir yandan da fiziki bilimlere dayanan hard bilimkurgu yazarlarının ardından 1960’larda sosyal bilimlerin de bu türe dahil olmasıyla toplumsal konuları bilimkurgu ile birlikte ele alan farklı bir yazar grubu ortaya çıktı. Soft bilimkurgu adı altında geçen bu yazarların içine Ursula K. Le Guin gibi Philip K. Dick de dahil. Dick’in kitaplarında ele aldığı konular incelendiğinde ise felsefi bir bilimkurgu yazarı olduğu da söylenebilir.
Ölümünden sonra kalan pek çok el yazısı notunun sadece bir kısmının yayımlandığı 950 sayfalık Exegesis isimli kitapta, Dick de kendini böyle tanımlar: “Ben kurgulama filozofuyum, bir roman yazarı değil […] yazılarımın özü sanat değil hakikattir.” Burada açık bir paradoksla karşılaşıyoruz; filozofun klasik gayesi olan hakikat kaygısı, kurgu ile zıt bir ilişki içinde yargılanmak yerine kendisi bir kurgu halini alıyor. Dick kurgu yazımını kendi hakikatinin gerçekliğini algılamak için yaratıcı bir deneme olarak görüyor. Ve ekliyor, “Ben temelde analitik biriyim, yaratıcı değil, yazılarım sadece analizi kullanmanın yaratıcı bir yönü.”[1]
Dick’in ilk başlarda edebi anlamda dili çok iyi olmasa da fikirleri oldukça yaratıcı, sorguladığı konular da bir o kadar felsefi bir yazar portresi çiziyor. Kendisi 60’ların Yeni Dalga yazarlarından, aynı zamanda da onları şekillendirenlerden biri. Kitaplarının çoğunda benzer sorulara cevap arıyor. Belki de cevap arıyor demek yanlış, kendisi daha çok okuyucularının da aynı sorular üzerine düşünmesini sağlıyor. Çünkü didaktik bir anlatımdan çok, içsel bir farkındalık yaratmaya çalışıyor.
Dick’in eserleri politik ve sosyal yapılarla ayrıca bu yapıların bireyin kendilik (self) ve akıl sağlığıyla nasıl ilgili olduğu üzerinde şekilleniyor. Pek çok kez distopik eserlerinde politik ve iş dünyasının hegemonik organizasyonlarının domine ettiği dünyalar oluşturmuş, şizofreni ve uyuşturucu da çoğu zaman aşkın sefil bir duruma (transcendentally abject states) rehberlik etmiştir. Dick demin saydığımız bu konu araçlarını teoloji ve metafizik konularındaki kendi entellektüel ilgisini incelemek için kullanmış. [2] Ölümüne kadar eserleri pek bilinmiyor kendisinin, fakat sonrasında bilimkurgunun en önemli yazarlarından biri haline geliyor. Dick özellikle Hollywood’un bilimkurgu filmlerinin senaryolarında en çok kullandığı yazarlardan biri. Blade Runner, Total Recall, Minority Report gibi pek çok önemli film Dick’in eserlerinin uyarlamaları.
Dick’in eserlerinde pek çok kez tekrar işlediği konulardan biri akıl hastalıkları ile gerçekliğin alternatif olarak algılanması ve yazar için bu oldukça önemli. Alfa Ayının Kabileleri ve Mars’ta Zaman Kayması çoğunlukla şizofreni, otizm ve diğer akıl hastalıklarının ele alındığı kitapları. Yazar 1965’te bu konuya ilgisini Şizofreni ve Değişimler Kitabı isimli makalesiyle de daha direkt bir şekilde anlattı. [3]
Bu yazı kapsamında ele alınan Alfa Ayının Kabileleri eserindeyse Dick iki ayrı hikaye çizgisi oluşturarak kurgusuna başlıyor, daha sonra bu iki çizgiyi birleştiriyor. Kitapta ilk karşılaştığımız, Alfa Ayındaki kabileler ve onların yaşamları. Arz’da ise bir CIA program senaryosu yazarının hayatı ve çevresinde olanlar ele alınıyor.
Arz’ın uzaya açılmasıyla Alfa gezegeninin bir uydusunun/ayının akıl hastalığına sahip insanlar için hastane olduğu, zamanla bu ay ile bağlantının koptuğunu anlıyoruz. Buradaki hastalar ise özgürlüklerini kazanmış ve hastalıklarına göre kabileler kurmuş. Ayrıca zamanında kendilerinin Arz insanı tarafından akıl hastası olarak görüldüğünün de bilincindeler. Peki, Foucault’nun “insan kendini deli olarak algıladığında, hasta olarak gördüğünde, yaşayan, çalışan ve konuşan bir varlık gibi düşündüğünde, bir suçlu olarak kendini yargıladığı ve cezalandırdığında, hangi hakikat oyunlarından geçerek kendi varlığını düşünmeye girişir?” sorusuna bir bu kitabın konusu üzerinden bakmaya çalışalım. [4]
Kitapta insanların hastalıkları üzerinden kabilelere ayrıldığını görmek aynı hakikat oyunun hiç değişmeden sürdüğünü düşündürebilir, fakat yine de hikaye ilerledikçe kabileler arasında üye değişiminin çok normal karşılandığını görüyoruz. İnsanlar hissettikleri psikolojiye bağlı olarak ait olduğu yeri kendi seçiyor, isterse değiştirebiliyor. Bu sebeple hastalıkları, söylemin onları zorunlu tuttuğu bir kimlikten öte değişen, farklılaşan bir durumun sadece bir parçası olarak resmediliyor. Yani hastalığın getirdiği özne konumu içinde kısılıp kalınmamış. Özne konumu aklımıza haliyle iktidar mevzusunu getiriyor. Arz’ın iktidarından çıkmış olsalar bile benzer bir iktidar ortamını kendi toplumlarında yaratmış olamazlar mı?
Bu soruya dönmeden önce okuyucu için ilginç olan bir şeye değinmek gerek. Hikayenin neredeyse orta kısmına gelene kadar birbirinden kopuk olan iki topluluğun paranoyalar, komplolar gibi pek çok ortak noktaya sahip olduğu gösteriliyor. Yazar özellikle, akıl hastası olduğu düşünülen bir grubu “kapatan” toplumun, kapattığı akıl hastalarından farklı olmadığının, her ikisinin de yaşadıkları ve düşündükleri kapsamında birbirinin pek çok anlamda benzeri olduğunun altını çiziyor. Zaten belli bir süreye kadar akıl hastası olduğunu bilmediğimiz ilk grup ile normal denen ikinci grup arasında hem toplumun ilerleyişi hem de sosyal yaşam açısından bir fark da görülmüyor.
Arz’ın Alfa Ayını aradan geçen 25 sene sonrasında ilk ziyaretinde karar verici mecra ve iktidarı bir anlamda elinde tutan kişi olarak yolladığı kişi de tabii ki bir psikolog. Kitaptan bir alıntı ile durumu onun gözlerinden aktarmak da faydalı olacaktır.
Geliştirdiğim teoriye göre, varolan birkaç ruh hastalığı alt kategorisi bu dünyada antik Hindistan’dakine benzer sınıflar olarak işlev görüyor olmalı. Buradaki insanlar, hebefrenikler, dokunulmazlara denk olmalı. Manikler savaşçı sınıf olsa gerek, korkusuzlar, en yüksek sınıflardan biri. […] Paranoyaklar, daha doğru bir tabirle paranoid şizofrenikler, devlet adamları sınıfını oluşturuyor olmalılar. Siyasi ideolojiyi ve sosyal planlamayı onlar üstlenmiştir. Genel dünya görüşünün bekçisi paranoyaklar. Basit şizofrenlere gelince […] onlar da şair sınıfına denk düşüyordur, bir kısmı dini kahin işlevi görse de. Nitekim Heblerin bir kısmı da aynı işlevi üstlenmiş olsa gerek. Yalnız, Heblerden münzevi azizler çıkarken, şizofrenlerden dogmatikler çıkıyordur. Polimorfik şizofreni hastaları ise toplumun yaratıcı üyeleri olarak yeni fikirlerin üretilmesini sağlıyor olmalılar. […] Obsesif-kompulsif nevrozun gelişmiş biçimlerini taşıyan psikotikler;diansefalik bozukluk denilen şey yani. Bu insanlar da toplumun memurları ve bürokratları olarak, hiçbir yeni fikir üretmeden tören niteliğindeki işlevlerini yerine getiriyorlardır. Bunların muhafazakârlığı polimorf şizofrenlerin radikalizmini dengeleyerek topluma bir istikrar kazandırıyordur.[5]
Yukarıda alıntılanan açıklama üzerine bir diğer karakter psikoloğa şunu sorar “Bizim Arz’daki topluluğumuzdan ne farkı olabilir?” Kitabın argümanı tam da budur. Deli diye kapattıklarımız bizden ne kadar farklı olabilir?
Peki, hakikat oyunlarında biri diğeri tarafından kapatılan bu iki öznenin konumları gerçekten de Dick’in dediği kadar aynı mıdır? Aynı hakikat oyunu içinde yaşamlarını devam ettiriyor olamazlar mı? Belki de sadece “zaten düşünülen bir şeyi başka türlü düşünmeye ya da yapılanı farklı bir açıdan daha net bir ışık altında görmeye olanak sağlamışlardır. Uzaklaştığımızı düşünürken, kendimizi yine kendimize yukarıdan bakarken bulabiliriz.”[6]
Foucault’nun öznenin konumları ile ilgili söylediklerine bakacak olursak, bu konum “kendisine çeşitli alanlarda ya da nesne gruplarıyla aynı şekilde meşgul olma imkânının verildiği durum tarafından belirlenir.”[7] Ayrıca “özne bir söylemi gerçekleştirdiği zaman çeşitli statüleri kazanabilir, çeşitli yerleri işgal edebilir, çeşitli durumları alabilir.”[8] Öznenin konumlarına daha detaylı girmeden önce belki de Foucault’nun özne derken ne demek istediğini daha da açmak gerekecek.
Kendimizin tarihsel bir ontolojisini yapmak; bilgi öznesi, iktidar ilişkilerinin öznesi ve kendi eylemlerimizin etik öznesi olarak nasıl kurduğumuz sorularını sormayı gerektirir. Birinci sorunun cevabı, öznesi olarak göründüğümüz bir deneyime (örneğin delilik, hastalık, yaşam, dil, emek, suç ya da cinsellik gibi bir deneyime) gönderme yapan bilgi alanının oluşumunun, bu oluşuma özgü söylemsel pratiklerin ve hakikat oyunlarının analizini; ikinci sorunun cevabı iktidar ilişkileri ve teknolojilerinin, yani tarihsel olarak kurulmuş bir deneyimin pratiğini düzenleyen normatif bir sistemin (örneğin delilerin, hastaların ve suçluların kurumsallaştırılması ve “normal” insanlardan ayrılıp tecrit edilmesini düzenleyen bir sistemin) örgütlenmesinin ve bu sistemde söz konusu olan hakikat oyunlarının analizini; üçüncü sorunun cevabı ise insanın kendisiyle olan ilişkisinin, bireylerin kendilerini tarihsel bir deneyimin özneleri olarak (örneğin deli, hasta, suçlu, eşcinsel ya da normal olarak) kurma, tanıma ve kabullenme ya da reddetme pratiklerinin ve bunu yaparken geçerli olan hakikat oyunlarının analizini gerektirir. […] Bunların çok önemli bir sonucu var: bu hakikatlerin olumsal olduğunu, çizdikleri sınırların aşılamaz olmadığını ve bu sınırların dayattığı bireysellik ve kimliğin dönüştürülebilir olduğunu göstermesi.[9]
Kitapta gördüğümüz, normatif bir sistemin kendi iktidar ilişkileri kapsamında akıl hastası olarak tanımladığı insanları kapatması ve bu insanların özgürlüğünü kazanarak, kendi kimliğini dönüştürerek farklı bir toplum kurgulamasıdır. Burada yeni olarak kurulduğunu düşünebileceğimiz özneler kendi normatif sistemleri her ne kadar farklı olsa da kitabın sonunda Alfa Ayını işgal eden Arz insanı yerine Alfa sistemine tabi olmayı seçerek bir anlamda kendi topluluklarını değiştirmeyecek ama kendisinin kılacak bir topluma ihtiyaç duymak zorunda bırakılmıştır. Bu, dereceli özgürlük haline rağmen tabi olma durumu elbette ki aklımıza biyo-iktidar ile kurulabilecek bir bağlantıyı getiriyor.
“Deliliğin bir hakikat oyununa sokulması” insanın bedenini bir üretim aracı yani bir makine gibi gören iktidarın “kapatma” pratikleriyle ilişkisinde görülebiliyor. Önceki siyaset ve yönetim anlayışlarından farklı olarak bu iktidar “negatif” değil “yaşamı desteklemeye, yaşamın sağladığı güçleri sınırlamaya değil arttırmaya yönelik, pozitif” bir iktidar. [10] Biyo-iktidar “bir normalizasyon toplumu oluşturur, yani insanları normlara uymaya zorlayan, onları normalleştiren bir toplum.” [11]
Normlara uymadığı için belli özne konumlarının dayatılarak bu bir grup insanın tecrit edilmesi ve ellerinden özgürlüklerinin alınmasından çok geri kazanılan özgürlükle ne yapıldığı önem taşıyor gibi görünüyor. Özellikle “iktidar yalnızca özgür özneler üzerinde ve yalnızca özgür oldukları sürece” işleyebildiği ve özgür olmanın asıl bağlamının “farklı ve çeşitli davranış biçimleri ve tepkilerin gerçekleştirilebileceği bir imkânlar alanıyla karşı karşıya olmak” olduğu düşünülürse.[12]
Arz toplumunun hakikat oyunları ile Alfa toplumunun hakikat oyunları birbirinden farklı olabilecek bile olsa, sonuçta bir topluma tabi olmayı seçen bir topluluk ne derece özgürdür? Kendisine zorla giydirilen özneler ve bu sebeple dışlanan insanların kitap boyunca sosyal ve işleyen bir toplum kurabildiklerinin gösterilmesi atanan bu özne konumlarının gereksizliğini ortaya koyabilir, ama bu özne konumlarını reddetmenin bir yolunu göstermiyor gibidir. Zaten “iktidar kurduğu, oluşturduğu birey üzerinden” işliyorsa birey kimliğine bağlanan bu özneleri nasıl reddedebilir?[13]
“Günümüzün sorunu artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.” [14] Kitapta, zaten ne olduğunu bilen öznelerin bunun önemsizliğini kabullenerek hayatına devam ettiği görülür. Onlara atanmış bu “akıl hastalıkları” onlar için önemsizdir. Bir anlamda onlar için norm haline gelen zaten “akıl hastası” olmak olmuştur. İşte bu sebeple öznenin reddedildiğini gerçekten söyleyemeyiz gibi geliyor.
Peki bu durumda kimliğe atanan özneyi reddetmek nasıl bir şey olabilir. Ferda Keskin’in dersine girdiğimden ve Foucault’yla tanıştığımdan beri aklımı kurcalayan konulardan en büyüğü sanırım bu oldu. Özellikle bu kitap kapsamında tutmaya çalıştığım yazının şu anki çıkmazında okuduğum bir haberin düşüncelerimi oldukça değiştirdiği ve aklımda daha fazla soruya sebep olduğu da söylenebilir.
Eğer “pratikleri yoluyla dispositif’ler birtakım deneyimler kurup insanları bu deneyimin öznesi olarak” tanıtıyor ve “kendileriyle ilgili hakikatler” dayatıyorsa bunun bir sonucu olarak da “iktidarın şiddet kullanmadan bedeni kuşatmasını” sağlarken bir yandan da “onu itaatkar ve uysal hale” getiriyorsa uysal hale gelen insan normların içinde kalıyor, kalmayan suçlu ya da delilik ile suçlanarak kurumlar tarafından tecrit ediliyorsa, birey kendi özgürlüğü kapsamında kendine zorlanan özneyi nasıl reddeder?[15] Bu reddediş mevcut hakimiyet oyunundan tamamen çıkarak bir münzevi hayatı yaşamakla sağlanabilir mi?
Tam da bu yazıyı yazarken okuduğum o haber şuydu, Maine şehrinde yakın zamanda tutuklanan biriyle ilgiliydi. Bu tutuklama son 30 yıldır şehirde var olan bir efsaneyi de açıklığa kavuşturmuş. Polislerin senelerce araştırıp yakalayamadığı bu kişi en zorlu Maine kışlarında, senelerce büyük zorluklarla hayatta kalmış. 27 yıldır ormanda yaşayan Christopher Thomas Knight, 20 yaşında şehri terk ederken aklında hiçbir şey olmadan arabasını ormana sürmüş ve gidiş o gidiş. Girdiği bir evde kurulu olan sessiz alarm sistemi yüzünden yakalanan Knight başta doğru düzgün konuşamıyor bile. Zaman algısı da değişmiş, farkında değil yani ormanda yaşamaya başlayalı kaç sene geçtiğinin. Ve 27 yıl boyunca tek bir ateş bile yakmamış, bulunabileceğinden korkmuş. Ve tüm bu seneler boyunca hiç doktora gitmemiş, kendi de hastalandığını hatırlamıyor. [16]
Knight’ın yakalanması insanları bir anlamda ikiye de ayırıyor. Senelerce Knight’ın hırsızlıkları yüzünden gerilen, korkanlar ile onun seneler sonra kapalı bir yerde hem de bir hapishanede yaşamak zorunda kalmasına gönlü razı gelmeyenler. Hapishanede, aşağıda linki bulunan gazete yazısının yazarıyla mektuplaşmaya, konuşmaya başlıyor Knight. [16]
Kısaca özet geçelim. Mevcut pek çok sosyal ilişki kurma biçimi ona gereksiz geliyor. Ve anlattığı insanlara imkansız gelen onca hikayesinde bile insanlar onun yalan söylemediğine kesinlikle inanıyorlar. Çünkü bir anlamda dil kurgusunda yalan mevhumu yok. Tüm o seneler boyunca konuşmasa da bolca okumuş. Çaldığı pek çok şey içinde bir sürü kitap ve dergi var. Hatta bir de İncil. Yine de kendine bir inanç sistemi yaratamamış, hiç dua etmemiş. Tek bir istisnası var bunun, kesinlikle öleceğine inandığı bir kış “bile bile tüm düşünceleriniz kayboluyor ve biraz olsun sıcak için dua ediyorsunuz,” diyor. Karda iz bırakmamak için neredeyse 6 ay saklandığı yerden bile ayrılmıyor. Peki, insan içinde olmak ya da hiçbir sosyal bağ kurmak istememesi onun iktidarın dayattığı tüm özne konumlarından bağımsız olması mı demek olur?
Şuan suçlu ya da akıl hastası diyerek uyumsuzluğunun mevcut özne konumları içinde tanımlamaya çalışılan Knight bir anlamda bu sorunun cevabını veriyor: “Yalnızlık algımı geliştirdi. Ama alengirli bir taraf var – gelişen algımı kendime çevirdiğimde kendi kimliğimi kaybettim. Hiçbir dinleyicinin, rol yapılacak kimsenin olmadığı yerde, orada sadece ben vardım. Kendimi tanımlamama gerek bile yoktu; mevzu dışı olmuştum. Ay yelkovanım mevsimler akrebim olmuştu. Bir ismim bile yoktu. Hiç yalnız hissetmedim. Romantik bir şekilde söyleyecek olursam: Tamamen özgürdüm.”
Alfa Ayının Kabileleri kitabında onlara atanmış özneleri reddedercesine kabullenip önemsizleştiren Alfa Ayı insanları iktidarın dayattığı özne konumlarından sıyrılıp özgürlüğünü bulmuş mudur yoksa dereceli özgürlükleri onların iktidarın bir tebaası olmaya devam etmelerine mi neden olmuştur? Maine münzevisinin zorla sosyal yapı içine sokulmaya çalışıldığı günümüzde sanırım özne konumlarından kurtulma direnişi hiçbir zaman sona ermeyecek. Fakat Alfa Ayı kabilelerinin yaşadıkları gibi sürekli devinen bir süreç direniş imkanını her zaman içinde barındıracaktır.
Kaynakça
[1] Simon Critchley, “Philip K. Dick, Sci-Fi Philosopher, Part 1, The New York Times http://opinionator.blogs.nytimes.com/2012/05/20/philip-k-dick-sci-fi-philosopher-part-1/?_r=0 (Erişim Tarihi: 11 Ocak 2015)
[2] Philip K. Dick Biography http://www.egs.edu/library/philip-k-dick/biography/ (Erişim tarihi: 11 Ocak 2015)
[3] A.g.e.
[4] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev., Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013),120
[5] Philip K. Dick, Alfa Ayının Kabileleri, çev., Tuna Erdem (İstanbul: Metis Yayınları,2002), 83-84
[6] Foucault, Cinselliğin Tarihi, 123
[7] Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi, çev., Prof. Dr. Veli Urhan (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014), 68
[8] A.g.e. 71
[9] Ferda Keskin, “Sunuş: Özne ve İktidar,” Michel Foucault, Özne ve İktidar, çev.,Işık Ergüden, Osman Akınhay (İstanbul: Ayrıntı yayınları, 2014), 14-15
[10] A.g.e.16
[11] A.g.e.18
[12] A.g.e.21
[13] A.g.e.19
[14] A.g.e.20
[15] A.g.e.19
[16] Michael Finkel, “The Strange & Curious Tale of the Last True Hermit,” GQ Magazine http://www.gq.com/news-politics/newsmakers/201409/the-last-true-hermit?src=longreads
3 Comments
sorduğun soru ve misal verdiğin haberdeki adamın söyledikleri, budizmdeki, islam tasavvufundaki ve diğer tüm eski inanç ekollerindeki mutlak teklik~vahdeti vücud felsefesini aklıma getirdi. kişinin kendi benliğini, egosunu hiçlik içinde eritip, hem kendisinin hem tüm varlığın aynı olduğu, tek bir kaynağın yansımaları olduğu idrakine varmak .. kimliğe atanan özneleri reddetmek konusunda aradığın cevaplardan biri belki de budur
Aslında farklı bir bakış açısıyla yaklaşmışsın. Maksat benliği eritmek olsa dediğinde haklı da olursun. Ama ben Foucault’nun bu konuya yaklaşımını benliğini bir öz benlik gibi koruyarak başkalarının ya da toplumun sana atadığı kimlikleri kabul edip etmeme bağlamında düşünmüştüm ki bunun için çok uzaklara bakmaya bile gerek yok. Toplumuzdaki aile babası, evinin kadını gibi yapıştırmalar bile mahalle bazında baskı oluşturuyor. Neyse Tanrı’ya yakın olmak ya da tasavvuftaki gibi vahdet-i vücud olmak, bütün olmak sanki çok ayrı bir mevzu. Niyeyse aklıma Evangelion animesini getirdi söylediklerin 🙂
son 2 bölüm <33