Animasyonlar içimizdeki çocukluğa renklerle can katmaya muktedir, bezginlikleri sıyırıp alırken gelecekten umutlandıracak kadar cüretkar, kendimizle ettiğimiz kavgaları sevimli yaratıklarla tatlıya bağlamaya yetkin şeyler! Bu sayfalarda çokça aşk ilanı yapıldı kendilerine. Fazlasını da hak ediyorlar çünkü tamamen yeni bir ifade gücünü satarken, bilinmeyene adım atmaya tav olan benim gibileri de kıskıvrak yakalıyorlar.

Ve herkesin zevki kendine olsa da animasyon mabedi dendiğinde akla gelenlerden biri tartışmasız Pixar. Adeta bir müzik kutusu her filmi. Kapağı açtığımda mutlaka tatlı bir melodi duyacağımı bilsem de müziğin kadifede mi kumaşta mı sunulacağını, dansçının koreografisini hatta bir dansçı olup olmayacağını dahi merak ediyorum. Yıllardır tanıdık temaları samimi ama sıra dışı şekillerde işliyorlar çünkü. Toy Story ile başlayıp kişisel favorilerim Monsters A.Ş. ve Finding Nemo ile koydukları başarı kriterlerini Incredibles, Cars, Ratatouille, WALL-E ve Up ile arşa çeken bir yaratıcılık kalesi şirket.

Fakat heyhat, son dönemlerinde yaratıcılıkta kısıtlılığa takılanlardan onlar da. Coco ve Soul haricinde hangi filmlerinin etkisi vurucuydu mesela hatırlıyor musunuz? Hatta şahsi meselem, gözü kapalı güvenimle dolandırıldığımı hissettiren Finding Dory ve Luca sonrası, hayranlığımı gerektiğinde çıkarmak üzere çok derinlere gömdüğümü söylemeliyim. Peki Inside Out 2 çıkartabildi mi onu sakladığım yerden?

Çok yaklaştı.

Bunun nedeni konusunda, nasılı işlenişinde saklı. Inside Out 2, vizyonda loca kapattığından beri iki ayı geçti. Küçük şehirlerinde ömrü fazla vefa etmeyen animasyonların ağırlıkta olduğu bir coğrafyada bile böyle bu. Ona dokunulmazlık kazandıran unvanı, 1 milyar barajını geçen en hızlı animasyon olması. Çocuğunun, kardeşinin ya da yetişkinliğinin elinden tutan akın akın gitti bu filme. Dolayısıyla Pixar’ın ikinci miladı çoğumuzun hiç beklemediği bir devam filminden gelmiş oldu.

Fikri mülkiyetiyle yeni bir film değil yani Inside Out 2; bu demektir ki çoktan hakkı teslim edilmiş övgüleri var. Görselliğinin kalitesini, şarkı seçiminin vücuda ne kadar doğru ürpertiler gönderdiğini, karakter tasarımlarının özgünlüğünü ve beynimizin içinde bir maceraya duygular aracılığıyla çıkmanın dahiyane olduğunu övemiyorum sil baştan. Tabii dublaj ekibinin başarısını da. Siz övdüm kabul edin.

İlk Inside Out duygularımıza karakteristik minik bedenlerle ses verirken; hüznümüze en az neşe kadar ihtiyacımız olduğunu; her zaman mutluyum akımının zirvede olduğu yıllarda söylüyordu.

Inside Out 2 de, benzer bir rota tutarak ruhsal zorlantılarımızı ıskalamadan eğlendirmeyi biliyor. Yenilik namına gördüklerimizse tadımızı hiç bozmuyor: Benlik inançlarının oluştuğu bağ adası, bilinç akışı nehri, beyin fırtınası ve sırların konulduğu mahzen örneğin çok yerinde kullanımlara sahip. Ve ayrıca konsolun yenilendiğini; çekirdek duyguların arasına Kaygı, Bıkkıntı, Gıpta ve Utanç duygularının katıldığını görüyoruz. Arada bir yoklaştırıp giden Nostalji‘yi de saymam gerekir belki, iki mezuniyet ve bir arkadaş düğünü sonrası yakama çoktan yapışmış durumda.

İlki kadar olmasa da tam yerine rast geldi dediğim çıkarımlara, saate baktırmayan bir akıcılığa sahip Inside Out 2. Spoilersız olarak ergenliği ve büyümenin karmaşık yapısını duru bir maharetle betimlediğini söylerim. Vurgulayacağım kelimelerse ilki kadar olmasa da kısmı, çünkü o başarı merdivenini çıkamıyor ikinci film. Yine de görselleri ölçüsünce kaliteli bir içerik izlemek isteyen herkese öneririm, hala gitmeyenler varsa tabii. Konusunu çok sevdim, işlenişinden biraz puan kırdım derim özetin özetinde de.

Spoilerlı alanda ise büyüme eğrisinde doğru yörüngeyi takip eden bir film demek geliyor içimden:

Bu kez ergenliğin ortasındayız ve ajitasyona uğrayan duygularla ani tepkiler sergileyen bir Riley’ımız var. Anksiyete, arkadaşsız kalma korkusu, göz önünde olma hissi ve baskıyla savaşmak temalarından bir ağ örülüyor önümüze. Ama ilk filmde Riley’e, bu filmdeyse annesine yakın hisseden beni, kurdukları ağa düşüren bunlar olmadı. Beni avlayan, benlik inancının önemine değinmeleriydi.

Benlik inancı; tek cümleye indirgenen saygımız, değerimiz, kim olduğumuza dair organik yargımız kısaca. Bireysel psikolojinin kurucusu Alfred Adler’den bu yana, psikiyatrların sıkça değindiği bir kavram. Hayatımızda yalnızlığı tercih etme sebeplerimiz ya da arkadaşlarımızla buluşurken neden mavi giydiğimiz bile temel inancımıza bağlanabilir. Ve filmin de başarıyla gösterdiği gibi -sırf bunun için bile animasyonlar iyi ki var!- sonucunda ben dediğimiz şey iki üç saniyelik anıların tortusuyla ortaya çıkıyor genelde.

Ayrıca ergenliğin sonunda grifit bir yetişkinliğe varıyoruz hepimiz; yoğun belirsizlikler var bu yakada. Duygularımız bile yumuşuyor, Neşe’nin de belirttiği gibi, daha sakin dozlarda yaşıyoruz hayatı. Grilerin çokluğunu görünce, iyiyi-kötüyü seçmek çocukluktaki kadar kolay olmuyor. Seçimlerimizde yine bu temel inancımızdan yararlanıyoruz, bize göre doğruyu hissettiren sezgilerimizin altından hep o çıkıyor.

İnancımız rağmen sevgisine ulaşmalı, iyi de olsa kötü de ben olma halini kabullenmeliyiz çıkarımıyla bitiyor film. Mükemmel olma inadına, kusursuzluk arzusuna gerek yok diyorlar bu sefer. Ki bu doğru değil de ne? Hatalarımıza diplomatik yaklaşarak; kusurlu yanlarımızı görmezden gelmeyerek ama düştüğümüzde iyi taraflarımızı hatırlayarak kazanıyoruz savaşlarımızı. Kaygıyı küçük nefesler alarak yeniyoruz ilk etapta, güneş ışığının yansıdığı pencerelere hakkını teslim ederek. Çünkü insan olmak alabildiğine kusurluca bir şey ve biz nefes alabilme çabasındayız mümkün olduğunca. Bu yönüyle de mesajı Soul’u hatırlatmadı değil. Bir diğer mesaj da şu olabilir: Kaygıya dümeni koşulsuzca teslim etmemek gerek. Endişelerimizin sağlamasını yaptıracak sorular sormalıyız ona. Tabii bunu psikolog edasıyla yapan Neşe, sabrının püf noktasını da paylaşsaydı iyi olurdu.

Buraya kadar konusunu övdüğüm filmin, işlenişineyse ne desem bilemiyorum. Çünkü fazlasıyla ilk filme benziyor olanlar. Konsoldan uzaklaşan duygular, geri dönmenin yolunu arıyorlar. Benlik inancını edinince kaygıya önce başkaldırıyor sonra da uzlaşmanın yolunu buluyorlar. Kıvamında bir ergenlik anlatısı ama çoktan gördüğümüz bir işleniş. Kaf dağını keşfetmek yerine yeniden görmek, bana bir heyecan dalgası göndermedi, üzgünüm. Sadece sonda fiziksel güçle durduralamayan kaygının, kelimelerle ikna edilmesini sevdim. Onca terapi seansı boşa mı yapılıyor?

Ekranlardan gelip geçen her yapımın ürün sattırabildiği, ikinci ve üçüncü filmine bileti ya da aboneliği garantilettiği ölçüde kendine kıymet biçebildiği çağlardayız. Çoğunluğu suni hayat tavsiyeleri vermek için hazırda bekleyen işler. Pixar ise orijinallik kaygısı güden az stüdyodan biri hala. Umarım iyi animasyon yapmayı; hudutsuz hayal kurmanın eğlenceli, estetik, yer çekim kanunlarından özgür halini kaybetmezler hiç. Bende kıssadan hisseler böyle, size neler hissettirdi film? Yorumlara bekliyorum.

Author

Alternatif evreninde voleybolcu olamayan versiyon. Düşünce satıcısı, hikaye koleksiyoncusu. Ayrıca yanaklı birey. Bence dünyanın hayallere, hayallerin kelimelere ihtiyacı var.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.