Zirveye ulaşmak üzeresiniz. Kızgın güneş, sırnaşıkça göz kapaklarınıza sızmaya çalışıyor. Sizse hedefinizden asla şaşmıyorsunuz. Ellerinizi ve ayaklarınızı zangır zangır titrerken bile hep doğru yerlere koydunuz. Gerçekten uzun bir yoldan geldiniz. Çok az kaldı ve işte bir saniye sonra zirvedesiniz! Her şey o kadar gerçeküstü görünüyor ki… Çocukluğunuzdan beri bunu hayal etmiştiniz. Manzaranın tadını doyasıya çıkarıp aşağıda kalanlara mutlulukla seslenme sırası sonunda size geldi. Heyt! Peki, sonrasında ne yapacaksınız?

Filmlerde, dizilerde, kitap sayfalarında ve günlük hayatımızın tam ortasında sürekli dilimizde gezinen bir kelime, yaşamdaki amacımız.  Onun hakkında ne kadar da az şey biliyoruz. Bir parmak şaklaması kadar kolay giriyor kelimelerimize. Yerleşiveriyor şimdimize ama en çok da gelecek planlarımıza. Yaşam amacımı arıyorum. Amacımı buldum, bunun için doğmuşum. Peki, yaşam amacı denen şey, gerçekten var mı? Dünyaya gelmeden önce kaderimize kaydı düşen ve ömrümüz boyunca peşinden koşturacağımız bir hedef? Eğer varsa kişi başı bir tane mi sadece? Bir amaca sahip olduklarını kanıtlamak için canla başla çırpınıyor kimimiz. Kimimiz ise bir türlü bulamamaktan ıstıraplı, döneniyor ortalarda. Kendimize bir zindan yaratıyoruz bazen sonunda.

Soul bu konuyu pürüzsüz ve özgün çizgileriyle işleyen 2020 yapımı bir Pixar animasyonu. Animasyon seviyorsanız bilirsiniz, hayal kurmaya meraklı bir çocuğun vazgeçemeyeceği, Var Olmayan Ülkesi’dir Pixar. Karşımıza ne çıkacağını bilmemenin heyecanında, kapısından gizlice girip keşfetmek isteriz bildiğimiz renklerle bambaşka biçimlerde döşenmiş dünyaları. Samimiyet, eğlence ve biraz da acı kattıkları karakterlerle bizi de peri tozundan nasiplendirerek uçururlar hikâyelerinde.

Koca ekibin hepsine ayrı minnet duymakla birlikte yönetmeni de olan Pete Docter ile diğer senaristler Mike Jones ile Kemp Powers’ın içimi kıskançlıkla kaynattığını saklayamam.  Bu filmle ilgili inceleme yazısına girişmek üzereyken kendimi durduruyorum çünkü çok geç kaldığım bir trendeyim. Animasyon denince kalemini hızlı çeken Geekyapar yazarlarından harika bir inceleme zaten mevcut sitede. İsterseniz önce ona, sonra da filmin kendisine ziyaretçi olun. Buraya ise sonra gelin. Çünkü benim yapmak istediğim, filmin sonuna dek katmanlarıyla örtüp güzelce koruduğu yaşam amacı ana fikrini alıp, kendimce kurcalamak.

Konusunu bildiğiniz üzere başkahraman Joe Gardner, bir caz piyanisti. Kendini böyle tanımlıyor hayatı boyunca.  Hedefi bir müzik grubunda çalmak ve bu amaca ulaşmak için hiç korkak davranmıyor. Ne kadar reddedilirse edilsin sürekli yolunu arıyor. Bugün ölse, müzikte başarı yakalayamadığı için üzülür sadece. Tipik beklenti, amacı uğruna koşturan ve asla vazgeçmeyen bir insanın, eninde sonunda tüm engelleri aşarak başarıyı yakaladığı bir filmi izlemek olabilir. Neyse ki Pixar, fikirlerini, çıkışını sadece kendilerinin bildiği bir labirentin içine dağıtmayı seven bir ekip. Ve bu sefer, yeryüzüne daha yakın bir yolda ilerleyelim demişler. Mesela Joe Gardner, en çok istediği teklifi kapıp müthiş bir caz piyanisti olmanın eşiğindeyken, geleceği tam parmaklarının ucundayken… Açık kalmış bir çukura düşüp ölüyor.

Gittiği önceki dünyada, kara mizahtan anlayan kaderin müdahalesiyle kendisine en sorunlu, “Dünya ile işim olmaz” diyen ruh 22’nin gözetimi düşüyor. “Bu kadar zor olacağını bilsem Dünyaya gelmezdim” sözünü başarmış bir ruh karşımızdaki. Gerçi onun bahanesi hiçbir kıvılcımı beğenmemesi, peşinden koşmak için yetersiz bulması. Nice rehbere -ki Rahibe Teressa’dan Abraham Lincoln’e epey kalabalık bir grup- kök söktüren bu küçük ruha göre, Joe’nun kıvılcımı doldurarak kendisinin yaşama dönme teklifi ona göre hoş, hemen kabul ediyor ve birlikte bir yolunu bulmaya çalışıyorlar. Bunun için önce Sen Salonu’nda Joe’nun hayatını görüyorlar. O kadar tekdüze ve müzik dışında parlak bir an yok ki cazdan ibaret adam, bir an için telaşlanıyor. Hayatı, koltukta kader anını bekleyişinden ve suratına çarpılan kapılardan ibaret. Buna dayanamayacağını anladığında, dünyaya dönüş yolunu bulma konusunda iyice keskin hâle geliyor.

Filmin yaşam amacı konusunu işlediğini anladığım andan beri vereceği cevabı merak ederek izledim en çok. Gerçekten Pixar ekibinin buna bir cevabı var mıydı? Joe Gardner, hayallerinin fatihi mi olacaktı? Her zaman işler bu kadar basit mi ilerliyordu? Bu yüzden senaryonun gizli niyetini örtüsünün altından yavaş yavaş çıkarttığı anlara dikkat kesildim. Karakterlerin serpiştirdiği kırıntıları, Joe ve 22 ile birlikte toplamak ve zihnimdeki acaba‘ları evirip çevirmek çok keyifliydi. En nihayetinde işler, düşündüğümüzden biraz daha karmaşıktı, değil mi?  

 Joe, hayatı boyunca caza, bir uçurtmanın ipini tutar gibi yapışmıştı. Onu tutarken tutkuya boyanıyordu ama sürekli ellerinden kayıp gideceğinden de korkuyordu. Caz hayatında olduğu müddetçe ondan değerlisi yoktu, öyle ki bu uğurda daha doğmamış bir ruhun hakkını çalmaya tereddüt etmeyecekti. Yaşam amacımızı bulduğumuzda diğer herkesten daha değerli ve dokunulmaz olduğumuz inancına mı tutuluyoruz insan olarak? Eğer ki bulduysak, hâlâ arayanların arasında, bizim yaşamımız daha mı yaşanası oluveriyor? Onsuz değerimiz dibe mi vuruyor yoksa? Joe, 22’yi fark etmeden küçümserken bu tutumu oldukça acı bir şekilde sergiliyor. Ancak yine Zone bölgesinde; zirveyi yaşayan bir ruhun saplantısının mahkûmu olup gökyüzündeki parlak yıldızdan yeryüzündeki küle bürünmesi, durumun ne kadar çarpıklaşabileceğini gösteriyor.

Üstelik herkes hayatını şansın yörüngesinde dönen bir rüzgâr gülü gibi karşılayamıyor, yapraklarına dokunmadan geçip gidebiliyor bazen şans. İnsan olmak göründüğünden daha karmaşıkken “yeterince inanırsan olur, azmedersen başarırsın” gibi tekdüze cevaplarla çıkışa ulaşabilir miyiz zaten? Sizi bilmem ama bana hiç gerçekçi gelmiyor bu türlü beklentiler. Örneğin hayat şartları sizi istediğiniz bölümde okumaktan alıkoyduğunda, öylece bırakıp gitmek veya ne olursa olsun defalarca denemek gerçekten sağlıksız bir duruma dönüşüyorsa ne yapmalı? Hiçbir zaman esnemeyen katı bir asa mı yoksa duruma göre biraz daha esneyebilen bir asa mı daha iyi büyülerin tutucusudur? Farklı durumlara farklı cevaplar hazırlamamızı istiyor hayat çoğu zaman.

Yine Joe Gardner’a eşlik eden ikinci kahramanımız 22 üzerinden, amacın ne olduğunu bulacağımız ve başkaları tarafından küçümsenen bu küçük ruhun, büyük işler başarmak için doğuşunu göreceğimiz düşüncesi ağır basıyor önce. Bu düşünce yarım bir hakka bölünüyor sonrasında: Yarı doğru yarı yanlış. Büyük iş başarmanın sarhoşluğunda o kadar kayboluyoruz ki küçük işlerin ışıklarını söndürüyoruz. Oysa göğün yüzünü pembe yanaktaki çiller gibi donatan, en iri gece elmaslarından çok mütevazıları oluyor.

22’nin kıvılcımını bulma macerası her şeyi biçen, ucu keskin bir ok işaretiyle olmuyor. Küçük ve bıkkın ruh, kıvılcımını orada burada gezinen gün ışığı yumuşaklığındaki anlarda buluyor. Kendisi bile tam olarak emin değil ama sadece Dünya’ya şahit olabilmenin yarattığı heyecan yetiyor ona. İhsan Oktay Anar’ın hangisi olduğunu yazık ki hatırlayamadığım bir kitabında kahramanın aklından geçtiği gibi, belki de yaşama bunun için geliyoruz: Dünyaya şahit olabilelim diye.

Belki de yaşam amacı dediğimiz şey, hiç var olmamıştır. Belki kurallarını kendi kendimize uydurmayı sevdiğimiz bir oyundur. Ya da cidden hepimiz taş bir kaideye kazılı gibi, değişmez amaçlarla doğuyoruzdur. Bana kalırsa, payımıza düşen yatkınlıklarla ve deneyimlerimizle pekişiyor amaçlarımız.  İster uydurma ister gerçek olsun, amaçlara ihtiyacımız var. İçimize dolup, göğsümüzü şişirip bacaklarımıza kuvvet vererek bizi canlandırıyorlar. Ancak önemli bir başka gerçeği gözden kaçırmamıza da neden olabilirler. Amaçlar bize keyif veren, dünyada olma deneyimimizi güzelleştiren şeyler olmalı, sırtımıza inen kırbaç değil. Büyük hedefleri gerçekleştirdikten sonra gelen tatminsizlik hissini bilirsiniz. Zirveye varmak için o kadar çok çabalamışızdır ki oraya vardıktan sonra ne yapacağımızı kestiremeyiz. Bir süre sonra fark ederiz ki hâlâ aynı havayı soluyoruz. Evet, mutlu olduğumuz şeyi yapmalıyız ama bunun tek başına bize yeni bir dünya yaratmayacağını atlıyor muyuz acaba? Gerçi belki de sizinki yaratacaktır, kim bilir?

Benim filmden kendime aldığım iki söz var. Birincisi, kıvılcımlar yaşam amacı değildir. Bu, amaç peşinde kendine işkence etmeye gerek olmadığının, belki keşfin kendisine odaklanmanın yeterince ödüllendirici olduğunun hatırlatıcısı. Diğeri ise son şarkıdaki “You got soul” sözü. Bir ruhu kaptın. Tüm deneyim paketini satın aldın dostum, bunu kullan. Neticede kıvılcımlar hırstan yanmak için değil, dünyayı daha parlak göstermek için varlar. Sizin bu boyundan büyük işleri büyüleyici renklerle işlemeyi başaran animasyonumuz hakkında fikirleriniz neler?

Yazan: Cansu Özbay

Author

Dünyanın en ihtiyacı olduğu anda ortaya çıkarak çeşitli konularda fikirlerini belirten yazarlar. Bir konuk yazar asla geç yazmaz, erken de yazmaz. Onlar, tam yazmaları gereken zamanda yazarlar.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.