Küresel ısınma, kimileri inkar etse de, uzun zamandır hayatımızın bir parçası. Buzulların eridiğini ilk duyduğumda ilkokul çağındaydım, sera etkisinin ne olduğunu ise seneler sonra öğrendim. Küçük bir buzul parçası üstünde kalmış kutup ayısı ve nemsizlikten çatlamış toprak fotoğraflarını yıllar içinde kaç kez gördüğümü de saymam mümkün değil. Zaten küresel ısınma hafızamıza hep bu görseller sayesinde yer etti; bu görseller sayesinde dünyanın başının dertte olduğunu anladık.

Bu görsellerin yarattığı dramatik etkiyi belli başlı bilim kurgu filmleri sağlamlaştırdı bende. Bu filmlerin başında The Day After Tomorrow (Yarından Sonra) gelir. Bir gün içerisinde tüm dünyanın karlar altında kalma absürtlüğü bir yanda dursun, ilk izlediğimde filmin altında yatan mesaj bana çok korkutucu gelmişti. Dünyanın sonunu insanlar, uzaylılar ya da canavarlar getirmiyordu; Dünya’nın sonunu Dünya’nın kendisi getirecekti. İnsanlık aşılamaz bir kar tabakasının altında kalacaktı. Biz insanlar, bunun gelmesini önleyemediğimiz için bununla yaşamakta çok ama çok zorlanacaktık.

İklimsel değişiklikler hakkındaki bilim kurgu filmleri cli-fi alt kategorisine aittir. Cli-fi filmleri, insanlığın kendi evi ile verdiği savaşı konu alırlar. Bu filmler genel olarak aynı temada devam etse de iklimsel değişikliklerden Dünya’mız farklı şekillerde etkilenir. İklimsel kaoslar Dünya’nın sonunu üç farklı şekilden biriyle getirir: Dünya, The Day After Tomorrow‘da olduğu gibi karla kaplanır, Waterworld‘deki gibi sular altında kalır ya da Mad Max’te gördüğümüz üzere kuraklaşır.

Küresel ısınmanın etkisi her geçen gün artıyor. Bilim adamlarının çoğu sonun başlangıcına elli seneden az olduğu konusunda hemfikir. Cli-fi filmlerinin bize sunduğu seçeneklerden birine doğru gitme olasılığımız çok yüksek geliyor. Peki hangi senaryoya daha yakınız?

Dedik Dedik İnanmadınız Ama “Kış Geliyor”

20xjxe

The Day After Tomorrow, bilim kurgunun kurgu kısmına odaklanmış bir film. Bilindik tüm doğal afetler filmde yaşanıyor, üstelik olayların başlangıcından kuzey yarım kürenin buzlar altında kalmasına kadar yalnızca iki hafta geçiyor. Yapımcılar bu kararı alırken filmin ilgi çekici olması için zaman dilimini kısıtlı tutmayı tercih ettiklerini halihazırda açıklamışlardı. Ansızın karlar altında kalma ihtimalimiz aslında düşük diyebiliriz.

Filmin kurgu kısmını bir kenara koyup bilim kısmına bakmak gerekirse bu gerçeküstü kurgu, bilimsel bir öngörüyü kendine temel alıyor. Filmde gerçekleşen doğal afetlerin sebebi, Kuzey Atlantik Akıntıları’nın anormal bir hızda çökmesi. Kuzey Atlantik Akıntısı sıcak suyu güneyden kuzeye, soğuk suyu ise okyanusun derinlerinden güneye taşıyan ve küresel ısı dengesini korunmasını sağlayan önemli bir etken. Rusya ile aynı enlemde olmasına rağmen daha İngiltere’nin daha sıcak olmasının sebebi bu akıntı sayesinde taşınan sıcak suyun ısısını bırakmasıdır. 1980’lerden beri iklim bilimciler, bu akıntıların yavaşladığına dikkat çekiyor. The Day After Tomorrow filmindekinden farklı olarak uzun zamandır akıntının yavaşlaması ve en azından 2100 yılına kadar yavaşlayarak devam etmesi bekleniyor. Filmdeki hız absürt olsa da, bir yavaşlamanın varlığı bile merak uyandırıcı.

Küresel ısınma ile Kuzey Atlantik Akıntısı’nın çökmesi senaryoları birleştirilerek yapılan simülasyonların birden fazla potansiyel sonucu var. Bunun sebebi ise bu iki senaryonun birbirini nasıl etkileyeceğinin tam olarak bilinmemesi. Simülasyonda çıkan sonuçlardan birinde Kuzey Atlantik Akıntısı’nın çökmesi Kuzey Avrupa’da soğumalara ve kuraklığın gerçekleşmesine sebep oluyor. Kuzey Atlantik Akıntısı’ndan en çok verim alan ülke olan İngiltere bu sistemin çökmesi durumunda buzlar altında kalmasa da bile ülkenin sıcaklığı epey düşer, batıdan gelen hava dalgalarından ülkemiz de nasibini alır. Ancak içimizi bir nebze rahatlatabiliriz, akıntının çökmesi senaryosunun gerçekleşmesi milenyumun sonuna tekabül ediyor.

Karlar birkaç yüzyıl ötede dursun, daha kritik sorunlarımız var. Onlara daha yakın olabiliriz.

Varlığıyla Yokluğuyla Bir Atlantis

waterworld-750

1995 yılına damgasını vuran, cli-fi klasikleri arasında yerini alan Waterworld, 2500 yılında, tamamen suların üstünde geçen bir hikaye. Buzulların erimesinin üstünden birkaç yüzyıl geçmiş, toplumlar tamamen suların üstüne taşınmıştır. İnsanlar bir yandan suların üstünde yaşamaya ve geçinmeye çalışırken bir yandan da Dryland efsanesinin peşinden koşar. Filmin sonunda görürüz ki Dünya üzerinde kuru kalmayı başaran tek yer Everest Dağı’nın tepesidir, nam-ı diyar Dryland.

Eriyen buzulların okyanus seviyelerin yükseldiği yeni bir haber değil, aksine yazımın başında dediğim gibi ilkokuldan beri bu acı gerçek beynimize kazınmış durumda. Üstüne bir de ısınan okyanus sularının genişleyerek daha fazla yer kaplaması su seviyesi artışlarının daha da yükseldiğini görüyoruz. Yaşadığımız yüzyılın sonunda suların ne kadar yükseleceği belli değil. Kimi araştırmalar 2100 yılında küresel sıcaklığın iki derece artmasıyla su seviyesinin ortalama bir metreye yakın artacağını söylese de bazı araştırmalara göre de sulardaki artış iki metreyi bile bulabilirmiş. Suların ne kadar yükseleceği belli olmasa da nerede etkili olacağı belli. Suların yükselmesinden ilk olarak kıyı ve delta şehirleri etkilenecek. Deniz seviyesine tehlikeli derecede yakın olan Rotterdam, Lagos ve Miami gibi onlarca şehirde su seviyesinin iki metreye yakın artması, on üç milyondan fazla insanın evsiz kalmasına sebep olacak.

Waterworld filminde olduğu gibi suların tamamen erimesi durumu uzak bir ihtimal gibi görünse de sonuçları büyük. Kutuplar ve Grönland’daki buzulların tamamen erimesi durumunda suların küreselde ortalama 65 metre yükselmesi bekleniyor, bazı şehirlerde bu oran %30 artabilir. Suların bu denli yükselmesi Florida’dan Bangladeş’e bir çok şehri Atlantis’e çevirebilir.

Su seviyelerinin artması ciddi bir tehdit, fakat en göze çarpan etkilerini bu yüzyılın sonlarına doğru görecek gibiyiz. Cli-fi filmlerinde yer alan son senaryomuza ise sandığımızdan daha yakınız.

Çöllerde Düz Vites Sürmekten Fazlası

555a3bbe6da811315b015097-750-375

Mad Max: Fury Road ne güzel filmdi be! Aklın almadığı aksiyon sahneleri, kurgulama, yönetmenlik derken Fury Road cidden tartışmasız olarak sinema tarihine damgasını vuran filmlerden biri. Bilim kurgu açısından baktığımızda da bilim kısmı göz ardı edilmiş, biraz daha kurguya yoğunlaşmış diyebiliriz. Fakat filmin hikayesini oluşturan ana unsur, su ve petrol gibi belli kaynakların ulaşılamaz hale gelmesi. Filmin evreninde su ve petrolün tek sahibi Immortan Joe, elindeki kaynaklar sayesinde tiranlığını sağlama almış durumda. Suyun azlığı beraberinde yemek ve hijyen kıtlığını da getiriyor. Mad Max Fury Road’un evreni, her ne kadar flamethrower gitarlı adamıyla efsanevi gözükse de, olmak isteyeceğimiz son yer.

Gerçek hayata dönelim; durum ne kadar vahim? Ne yazık ki Mad Max, cli-fi filmleri arasında en yakın olduğumuz senaryo, hatta başlangıcını yaşıyoruz. 2017 yılında Dünya üzerinde suya erişimi olmayan insan sayısı 2.1 milyardı. Özellikle Afrika, Asya ve Orta Doğu ülkelerinde suya erişim diğer bölgelere kıyasla daha da vahim durumda. Bu bölgelerde bazı insanların hijyen, yemek ve temel ihtiyaçlar için kullanılabilecekleri su günde 5 litreyken, ortalama bir insanın kullanması gereken su miktarı ise 50 litre. 2015 yılında “Day Zero” denilen azami kuraklık seviyesine ulaşan Sao Paulo günde on iki saat suya erişimi kesmek zorunda kaldığı günler geçirdi.

Gelişmiş ülkelerin California gibi normalin üstünde sıcaklık seviyelerine ulaşan şehirlerinde kuraklık büyük bir problem arz ediyor. Fakat genele bakıldığında su tüketiminde yaşanan haksızlık çok bariz. Bir insanın tüketmesi gereken su günde ortalama 50 litreyken, bir Amerikalı’nın tükettiği su ortalama 300 litre. Dolaylı yoldan da olsa küresel su krizi, gelişmiş ülkeleri de etkilemekte. Yiyeceklerini ithal eden gelişmiş ülkelerin, ithal ettikleri ülkelerdeki su yetersizliğinden dolayı yiyeceklere olan erişimi etkilendi.

180126212316-cape-town-drought-exlarge-169

Dünyada kuru kalan tek yer Everest’in tepesi olmayabilir, ya da çöllerde su aramamıza birkaç sene daha vardır. Fakat cli-fi filmlerinde iklim değişiklikleri kadar filmlerde yer alan toplumlar da önemli odak noktaları. Kıyamet sonrası filmlerinde yaşam koşullarının değişmesi yönetim biçimini de değiştirir. Küresel risk raporuna göre gezegenimizi etkileyen en büyük on riskten altısı çevre ve su sorunu.  Su seviyeleri yükseldikçe belli şehirler küçülecek, insanlar taşınmaya zorunlu kalacaklar. Nüfustaki bu zorunlu taşınma durumuna bir de turizm ve tarım gibi ekonomik kalemlerdeki giderler eklenince ülkelerin uğrayacağı zarar da büyüyecek. Susuzluğun artmasıyla global dengeler çoktan dengesizleşmeye başladı bile. Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organizasyonlar, herkesin belirli miktarda suya ulaşmasının temel bir ihtiyaç olduğu kanaatinde olsa da her ülke elini taşın altına sokmaya meyilli değil. Sorunun özellikle belli bölgelerde yoğunlaşması kimi kesimlerin durumun vahametini anlamasını zorlaştırıyor.  Küresel ısınma cli-fi filmlerinde gördüğümüz gibi kritik bir duruma geldiğinde olası küresel politik senaryoları siz düşünün.

Bilim kurgu filmlerinde geçen hikaye temelini gerçek hayattan alınan bilim ile desteklediğinde filmin gerçekliği artıyor. Cli-fi filmlerinin en etkileyici yanı da bu sanırım; hikayede geçen olayları yenmek için halihazırda her gün savaş veriyoruz. Bir bedene bürünmüş düşmanı yenmek kolay ya da en azından hayal edilebilir bir durum. Görebildiğimiz düşmana ateş ederiz, savaş stratejisi geliştiririz ya da ondan kaçarız. Eğer düşman Dünya gezegeninin ta kendisiyse veya yaşadığımız toprak, soluduğumuz hava bize karşı savaşıyorsa nasıl hayatta kalabiliriz?

Yükselen su seviyesine karşı insanların nasıl hayatta kaldıkları hakkında bilgi edinmek için şu linke, kuraklıkla ilgili üretilen çözümleri okumak içinse şu linke tıklayabilirsiniz.

Author

Dizi bağımlısı bir beyaz yakalı. Kedisine çekmiş, en büyük zevki miskin miskin yatmak. Kendisi ve kedisini sosyal medyada bulabilirsiniz. @asliozkeles

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.