Yeni bir kitaba başlarken kafamızda pek çok soru oluyor: Kapaktaki isim anlattığına uyuyor mu, vaat ettiğini veriyor mu, çevirisi iyi yapılmış mı, yazarın dilinden anlıyor muyum? İnternet çağına yetişen insanlar olarak şanslıyız ki bu tür sorularımızı, pek çok farkı platorm üzerinden bizim için cevaplayan birçok insan oluyor. İnsanlar, bu platformlar aracılığıyla bizlere okudukları ve bizim de ilgimizi çeken o kitapla ilgili yorumlarını yapıyorlar ve böylece biz de tüketmeye heveslendiğimiz eserle ilgili bir ön bilgi sahibi olmuş oluyoruz. Peki, yetiyor mu? Tamamen tanımadığımız kişilerin kendi edebi zevklerine ve ilgi alanlarına göre değişen bu yorumlar, hepsi kendi cinsinin bir özgün üyesi olan insanlar için kapsayıcı mı? Bizce değil ve bu yüzden de Geekyapar ailesi olarak çok şanslı olduğumuzu düşünüyoruz. Çünkü genel olarak konuşmak gerekirse, edebî eser deyince belirli zevklerimiz var ve bu belirli zevklere hitap eden eserleri birlikte değerlendirebileceğimiz bir de yayınevi işbirliğimiz var. İthaki’nin eşsiz katkıları, geek okuyucunun zevkiyle birleşiyor ve size, ilginizi çekebilecek yahut gözünüze çarpan ama zamanınıza değeceğinden çok da emin olamadığınız eserlerle ilgili bir ön okuma sunmuş oluyoruz.
Kendisini Breaking Bad, Jessica Jones gibi dizilerden tanıdığımız güzeller güzeli Krysten Ritter‘ın ilk kitabı olan Şenlik Ateşi, İthaki Yayınları’nın katkıları sayesinde bizlerle buluştu. Biz de kitabın ön okumasını sizlerle paylaşarak kitaba dair ilk fikirlerinizin oluşmasını sağlamak istiyoruz. O halde çayınızı, kahvenizi alın ve Şenlik Ateşi’ne buyurun;
Çeviren
Emre Aygün
Giriş
Lise son sınıfta, Kaycee Mitchell ve arkadaşlarının hastalığa yakalandığı günlerde, babamın birtakım teorileri vardı.
“O kızlardan hayır gelmez,” demişti. “Başa bela onlar.” Cezalandırılıyor olmaları onun inancına uyuyordu. Ona sorsanız, hak ettiklerini buluyorlardı.
İlk Kaycee hastalanmıştı. Bu mantıklıydı. Her şeyi ilk yapan o olurdu: bekâretini ilk kaybeden, sigarayı ilk deneyen, ilk kez bir parti düzenleyen.
Kaycee, sürüsünün alfa kurdu gibi arkadaşlarının önünde yürürdü. Kafeteryada nereye oturacaklarını o seçerdi, diğerleri de oraya otururdu; yemeğini yerse diğerleri de yerdi; tepsisindeki yemeğiyle oyalanır ya da yemeği yerine bir paket Swedish Fish* yerse, diğerleri de aynısını yapardı.
Misha aralarından acımasız olan ve sesi en çok çıkandı.
Fakat lider Kaycee’ydi.
O yüzden Kaycee hastalandığında, Barrens Lisesi’nin son sınıfa giden kızları olarak ne dehşete kapılmış, ne rahatsız olmuş ne de endişelenmiştik.
Aksine kıskanmıştık.
Hepimiz içten içe hastalanan bir sonraki kişi olacağımızı ummuştuk.
İlk kriz dördüncü ders saatinde, münazara sırasında gelmişti. Sahte seçimlere katılım zorunluydu. Kaycee seçimin ilk üç turunu geçmişti. İkna edici ve kıvrak zekâlı, yetenekli bir yalancı; Kaycee’yi bir siyasetçi rolünde görmek hiç de zor değildi. Kaycee’nin kendisinin bile ne zaman doğruyu söylediğini, ne zaman söylemediğini bildiğinden emin değildim.
Odanın karşısına geçmiş, çalışılmış bir seçim konuşması yaparken birden sanki sesiyle boğazı arasındaki bağlantı kopmuştu. Ağzı hareket ediyordu ama sanki sessize alınmıştı. Ağzından herhangi bir kelime çıkmıyordu.
Birkaç saniye boyunca, sorunun bende olduğunu düşünmüştüm.
Sonra Kaycee podyumu kavradı ve sessiz bir çığlık atarcasına, ağzı açık bir vaziyette çenesi kilitlendi. İlk sırada oturuyordum ve benden yalnızca birkaç metre ötedeydi; kimse bu koltuklara oturmak istemezdi, o yüzden keyfimce istediğim yere oturuyordum. Gözlerinin aldığı şekli asla unutmayacağım: Sanki ansızın tünellere dönüşmüşlerdi.
Derrick Ellis bir şey haykırdı ama Kaycee ona aldırış etmedi. Dişlerinin ardındaki dilini görebiliyordum, beyaz bir sakız duruyordu orada. Birkaç kişi güldü; şaka yaptığını sanmış olmalıydılar ama ben gülmedim.
Küçükken Kaycee’yle arkadaştık, en yakın arkadaşımdı.
Onu böyle korku dolu halde yalnızca ikinci kez görüyordum.
Kaycee’nin elleri titremeye başladı ve gülüşmeler ancak o zaman kesildi. Kimsenin çıtı çıkmıyordu. Uzunca bir süre, Kaycee’nin hep taktığı gümüş yüzüğün podyuma vurdukça çıkardığı ses dışında, başka hiçbir ses duyulmadı.
Sonra titreme kollarına tırmandı. Gözleri geriye doğru kaydı ve podyumla beraber yere yıkıldı.
Ayağa kalktığımı hatırlıyorum. İnsanların haykırdığını hatırlıyorum. Bayan Cunningham’ı dizlerinin üzerine çökmüş, Kaycee’nin başını kaldırmış halde hatırlıyorum. Ve birinin Kaycee’nin dilini yutmaması için dikkat edilmesi gerektiğini bağırdığını. Biri hemşireyi çağırmaya koştu. Başka biri ağlıyordu; kimdi hatırlamıyorum, sadece sesini hatırlıyorum ağlamanın, çaresiz bir hıçkırık. Çok tuhaf ama o an tek düşünebildiğim Kaycee’nin yere saçılan notlarını toplamak, köşelerinin denk geldiğinden emin olarak onları sıraya koymaktı.
Sonra, birdenbire, kriz sona erdi. Çekilen bir dalga gibi, spazm vücudunu terk etmişti belli ki. Gözleri açıldı. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıp olduğu yerde oturdu, bizi etrafında toplanmış halde bulduğu için birazcık kafası karışmış gibi görünse de bu durumdan mutsuz olmuş gibi bir hali yoktu. Hemşire geldiğinde normale dönmüştü. Yemek yemediğini, bu yüzden de sadece güçten düştüğünü söyledi. Hemşire, Kaycee’yi sınıftan çıkardı ve bu sırada Kaycee, hepimizin onun gidişini seyrettiğimizden emin olmak istermiş gibi arkasına bakıyordu. Seyrediyorduk da… tabii ki seyrediyorduk. Seyretmeden duramayacağınız birisiydi Kaycee.
Hepimiz bu krizi unuttuk. Ya da unutmuş gibi davrandık.
Derken, üç gün sonra, yine yaşandı.
1
59.Otoyol, Barrens çıkışından üç kilometre sonra Plantation Road’a dönüşüyor. Renk yoksunu çevresine rağmen, eskimiş, tahtadan tabelayı gözden kaçırmak kolay. Yıllardır, Şikago’dan New York’a yaptığım yolculuklarda, herhangi bir anksiyete nöbetine kapılmadan buradan geçmeyi başarmıştım. Nefesini tut, beşe kadar say. Nefes ver. Seni boğazlamak için karanlık ormandan çıkan hiçbir gölgeye maruz kalmadan, Barrens’ı güvenle geride bırak.
Bu, eskiden oynadığım bir oyun. Ne zaman korkuya kapılsam ya da karanlıkta arka bahçedeki eski kulübeye gitmek zorunda kalsam, nefesimi tuttuğum sürece korku filmlerinden fırlayan hiçbir canavar, baltalı katil ya da tuhaf yaratık beni yakalayamazdı. Nefesimi tutar, ciğerlerim patlama noktasına gelene kadar ve evin kapısını ardımdan kapatana dek tabana kuvvet koşardım. Hatta çocukken, henüz birbirimizden nefret etmeye başlamamışken, Kaycee’ye de bu oyunu öğretmiştim.
Söylemekten utansam da bunu hâlâ yapıyorum. Ve işin aslı, işe yarıyor.
Çoğu zaman.
Yapayalnız, kendimi benzincinin tuvaletine kilitleyerek, derim çatlayıp gidere birkaç damla kan düşene kadar ellerimi ovalayarak yıkıyorum. Indiana sınırına girdiğimden beri ellerimi üçüncü defa yıkayışım bu. Lavabonun üzerine asılı yamuk aynada yüzüm soluk ve eğri büğrü görünüyor ve Barrens anılarım zehirli çiçekler gibi zihnimde açıyor.
Bu kötü bir fikirdi.
Tuvaletin kapısını açıyorum ve arabama geri dönerken günün ilk ışıklarına karşı gözlerimi kısıyorum.
Sapakta etrafında sinekler uçuşan bir geyik leşinin yanından geçiyorum; inanılmaz bir şekilde hâlâ boynuna bağlı kafası, neredeyse güzel görünüyor ve ağzı nihai bir iç çekmeyle beraber açık kalmış gibi. Bir araba çarptığı için mi yoksa atılan bir kurşunla vurulduğu için mi öldüğünü söylemek imkânsız. Normalde taze bir asfalt leşi, herifin teki tarafından arabaya atılır, körüğe konur ve kurutulur. On yedi yaşımdayken eski Ford Echo’mla bir geyiğe çarpmıştım; geyiği oradan, kimse beni almadan önce götürmüşlerdi bile. Fakat nedense bu geyiğe ilişen olmamış.
Avcılık Barrens’taki ana meşgaledir; tek meşgale hatta. Buranın kültürüne işlemiş bir şey. Buradakine kültür diyebilirseniz tabii. Av sezonu kışa kadar açılmıyor ama her sene gençler altılı biralarını, spot lambalarını ve babalarının tüfeklerini alıp büyükçe bir geyiğin izini sürmeye ya da otlayan karaca yavrularını ve annelerini izlemeye çıkarlar. Birkaç biradan sonra da nişan alabildikleri her şeye ateş ederler.
Eskiden babam avlanmaya giderken beni de yanına alırdı; babakız geçirdiğimiz zamanlarda çoğunlukla bir taksidermiste de uğrardık. Evimizin duvarlarında hatıra niyetine geyik, çakal ve ayı kelleleri asılır. Tek eliyle boyunlarını kırarken, vurduğu sülünlerin üzerine basmayı bana o öğretmişti. Bir geyiği öldürmesini ilk kez seyrederken ağladığım için bana kızdığını, hâlâ sıcak olan hayvanın içine ellerimi sokarak kanının o delikten dalga dalga akışını hissetmeye zorladığını hatırlıyorum. “Ölüm güzeldir,” demişti.
Kemik kanseri işini bitirene kadar annem de çok güzeldi benim. Kanser, saçını kemirmiş, vücudunu kas ve kemik yığınına çevirmiş, onu hücre hücre ele geçirmişti. Annem öldükten sonra babam bunun en büyük nimet olduğunu ve şükran duymamız gerektiğini söylemişti çünkü Yüce Tanrı cennette onu yanına almıştı.
Plantation Road’dan, en sonunda Main Street’e dönüşecek olan 205 No’lu yola döndüm, sıcak havadaki gübre kokusu burnuma geldi. Haziran ortası; okulda dönem sonu ama sanki yaz ortasıymış gibi. Güneşin altında tarlalar kahverengine bürünmüş. Bir kilometre sonra yepyeni bir tabelanın yanından geçiyorum. Barrens’a Hoş Geldiniz, nüfus 5.027. Ben en son buradayken, on sene önce, bunun yarısı kadar bile yoktu. Main** Street gerçekten de buranın ana caddesi ama on beş kilometrelik yolda üç arabanın yanından geçmek bile yoğun trafik sayılıyor.
Telefon direklerini sayıyorum. Kabloların üzerinde sallanan kargaları sayıyorum. Uzakta, parmak boğumları gibi sıralanmış depoları sayıyorum. Hayatımı rakamlara, muhasebeye çeviriyorum. On yıl Şikago’da yaşadım. Bunun üç yılında avukat olarak çalıştım. Özel sektörde altı ayın ardından Çevre Avukatlığı Merkezi, ÇAM’da bir iş buldum.
Bir geleceğim, bir hayatım, Lincoln Park’ta, içinde bir sürü rafın bulunduğu ama bir tane bile Kitabı Mukaddes içermeyen, temiz ve gün ışığı alan bir dairem var. Şikago’da merkezde, kokteylleri leylak ve yumurta beyazı gibi şeyler içeren barlarda ve kulüplerde arkadaşlarımla buluşuyorum. Artık arkadaşlarım bile var… ve de erkek arkadaşlarım, eğer onlara böyle diyebilirseniz. İstediğim kadar çok, isimsiz ve birbirinden farksızlar, yatağım ve hayatıma izin verdiğim kadar müdahil oluyorlar.
Çoğu gece, artık kâbus bile görmez oldum.
Eve dönmeyeceğim konusunda çok defa yemin ettim. Fakat artık aklım başıma geldi. Herhangi bir kişisel gelişim kitabında geçmişinizden kaçamayacağınızı okuyabilirsiniz.
Barrens benim içime kök salmıştı. Eğer ondan ebediyen kurtulmak istiyorsam o kökleri kendi ellerimle sökmem gerek.
Main Street. Eskinin küçük kilisesi –eskiden pazar günleri gittiğimiz ama sonra babam rahibin kutsal kitabı keyfine göre yorumladığını ve özellikle de “şu eşcinseller” konusunda fazla yumuşak bir tavır takındığını düşündüğü için gitmeyi bıraktığımız tek katlı, penceresiz, betonarme bir bina– artık White Castle olmuş. Eskiden annemin masal saatlerinde beni götürdüğü kütüphane binasının önünde artık Johnny Chow’un Doğu Yemekleri Büfesi levhası asılı. Ben büyürken hiç restoran yoktu buralarda.
Fakat çoğu da aynı eskisi gibi: VFW barın neon ışığı hâlâ titriyor ve bazen okuldan sonra bir dilim pizza için bisikletimi sürdüğüm Mel’s Pizza hâlâ turta yapmaya devam ediyor. Çoğu, anılarımdan zarar görmeden fırlamış gibi: Jiffy Lube Pit Stop, Jimmy’nin Yedek Parçacısı, eskiden Kaycee Mitchell’ın babasının işlettiği yıkık dökük porno dükkânı. Belki de hâlâ işletiyordur, bilmiyorum. Fakat Arzular’ın yeni bir çatısı ve LED tabelası var. Yani işler yolunda gidiyor gibi.
Bir telefon kablosu üzerinde karga görüyorum, bir tanesi de biraz daha ötesinde yuva yapmış. Bir karga tasa için, ikincisi neşe…
Main Street’in bitişinden sonra hiçbir şey eskisi gibi görünmüyor: Yepyeni daireler, bir Jennifer Convertibles,*** camında salata barı reklamı olan bir İtalyan restoranı. Hurdalık ve onun ötesindeki arabalı sinema dışındaki her şey yabancı. Pazar okulundan çocuklarla birçok doğum günü partisinin ve annem gömüldükten hemen sonraki kasvetli bir Şükran Günü’nün gerçekleştiği yer. Optimal Plastik firması gelmeden önceki ünümüzün kaynağı.
Bir elektrik direğinin üzerinde başka kargalar da var. Üç, dört, beş, altı. Yedincisi bir sır, hiç söylenmeyecek. Bir karga sürüsü.
Geri dönmüş olmak şu göğüssıkıştıran, boğazdüğümleyen hissi yaşatıyor bana. Direksiyonu daha sıkı kavrıyorum. İlk kırmızı ışıkta, Barrens’taki tek kırmızı ışıkta, nefesimi tutup gözlerimi kapatıyorum. Artık ipler benim elimde.
Arkamdaki arabayı kullanan herif kornaya abanıyor: Işık yeşile dönmüş. Gaza biraz fazla sert basıyorum ve kavşağa fırlıyorum. Tanıdık bir turuncu tabela gözüme takıldığında, düşünmeden sinyal verip Donut Hole’un parkına giriyorum; burası da, arabalı sinema gibi, hiç değişmemiş.
Kontağı kapatıyorum. Sessizlik içinde oturuyorum. Klimasız geçen birkaç saniyenin ardından içerisi kavurucu bir sıcaklığa ulaşıyor. Dışarısı yirmi yedi dereceye yakın olmalı; Şikago’da olduğundan çok daha sıcak. Havadaki nem insanı boğacak kadar fazla. Deri ceketimi çıkarıp yolcu koltuğunun önünde duran çantamı alıyorum. Su alsam hiç fena olmaz.
Arabanın kapısını açarken, mavi bir Subaru yanıma yanaşıyor, frene son anda basıp olduğum yerde zıplamama neden oluyor. Sürücü iki kere korna çalıyor.
Diğer sürücünün ne kadar yakına park ettiğine bakıp canım sıkılırken arabadan çıkıyorum ve sonra, arabadaki kadının bana gülümseyerek heyecanla, iki elini de kullanarak el salladığını fark ediyorum. Donut Hole’a doğru işaret ediyor ve Şikago’ya doğru geri yola çıkıp her şeyi unutup unutmama konusunda karar vermek için sadece bir anlık zamanım oluyor. Ama birdenbire felç olmuş durumdayım. Bir noktada, ya kaç ya dövüş içgüdüm yerini olduğun yerde kal, görünmez ol, geçmesini bekle içgüdüsüne bırakmış.
Misha Dale. Daha sarışın, daha toplu, küçük kasabaya has bir şekilde, hâlâ çok alımlı. Gülümsüyor. Eskiden gülümsemesi rüyalarıma girerdi; deniz tabanında yaşayan balıkların bir köpekbalığının boğazını düşlemelerine benzetirdim.
On iki yaşında Misha: Ben kafeteryada yürürken, tüm arkadaşlarıyla beraber beni bayat ekmek yağmuruna tutuyor. On dört yaşında Misha: okul dolabıma bir hayvanın uyluk kemiğini yerleştirmiş, bunun annemin kemiklerinden biri olduğunu söylüyor, annemin vücudunun parçalarını dondurucumda sakladığımı fısıldıyor herkese, bu dedikodu öyle çok konuşuluyor ki Şerif Kahn dondurucuyu kontrol etmeye eve geliyor. On beşinde, sivilcelerimin tedavisi için para toplama kampanyası düzenlemişti. On altısında, okuldan atılmam için internette bir imza kampanyası hazırlamıştı.
Tatlı tebessümlü bir sadist. O, Cora Allen, Annie Baum ve Kaycee Mitchell yıllarca benden beslendiler, acımla şişmanlayıp kuvvetlendiler, lise üçüncü sınıfta yarım kutu Advil içmeye çalışıp Mercy akıl hastanesinde bir hafta geçirmem gerektiğinde, babamın olmamış gibi davranmayı tercih ettiği ve bir kez olsun üzerine konuşmadığımız bir olay, keyiften dört köşe oldular.
Gelecek sefere, ben de yardım ederim, diye fısıldamıştı Misha koridorda, nihayet okula geri döndüğümde.
Korkunç kızlar. Şeytani.
Ama yine de kıskanırdım onları.
“İnanmıyorum. Geri dönüyorsun diye bir şeyler demişlerdi.” Gözleri yumuşamıştı ama gülümsemesi aynıydı; keskin ve hafiften çarpık. “Araban! Tanrı şahit, iyi durumdasın.” Kısaca, tek kolla kucaklıyor beni. Sigara (mentollü) ve kokuyu bastırsın diye sıktığı ağır deodorant kokuyor. “Beni hatırlamıyor musun? Benim, Misha Jennings. Dale,” diye düzeltiyor kendisini, başını iki yana sallayarak. “Sen Dale diye biliyorsun tabii. Tanrım, ne kadar da uzun zaman oldu.”
“Seni hatırlıyorum,” diyorum. İçimde bir panik duygusu yükseliyor, diş gösteren bir hayvan kadar hızlı. Geri döneceğimi duymuş ama nasıl? Ve de kimden?
“İçeri geliyor musun?” Donut Hole’u işaret ediyor. “Geçen sene bir sürü çeşit eklediler. Optimal sağ olsun diyebiliriz sanırım. Bir nüfus patlaması yaşadık burada, en azından Indiana standartlarına göre.”
Optimal bahsi bir tuzak, öyle olmalı. Ama bu sefer kıyıda durup oltayı savuran kişi o değil.
“Evet,” diyorum. “Evet, geliyorum.”