“Marmelatlı olan hâlâ en sevdiğim.” Sesi de yumuşamış. Beni gördüğüne gerçekten sevinmiş görünüyor. “Eski tayfadan birileriyle konuşuyor musun?”
Bir tuzak algılayıp tereddüt ediyorum. Fakat kafa karışıklığımı fark etmiş gibi görünmüyor. “Eski tayfa” diye bir şey yok. En azından benim de bir parçası olduğum. Başımı iki yana sallamakla yetinip peşinden içeri giriyorum. Kapıyı çekip açtığında, benden önce kendisinin içeri girmeye çalışması dikkatimden kaçmıyor.
Donut Hole adının ima ettiği şeyi satıyor, aynı zamanda gerçekten rasgele görünen birtakım eczane ürünlerine ve isterseniz el ilanlarından alabileceğiniz, köşedeki tarihi topluluk “müzemiz” de burada.Donut Hole’da ufak, gayriresmî bir bedava kütüphane bile var hatta, bir kitap getirip bir kitap alabiliyorsunuz. Yapay oda parfümü, küflü eskimiş seyahat rehberleri ve fırın kokusu tabiri caizse beni bir topun ağzına koyup geçmişe vuruyor.
“Onca zamandan sonra geri gelmek eğlenceli olmalı.” Misha donut tezgâhını geçip üzerinde gösterişsiz bir levhada Eczacı Yoktur / Suboxone Yoktur / Sudafed Satılmaz yazan, eczane ürünlerinin olduğu duvara gidiyor.
Mide ilacı, bebek şampuanı, leylak kokulu vücut losyonu, bir kutu Kleenex alıyor: Hepsi öyle normal, öyle evcimen ve yıllar boyunca bana acı çektiren o acımasız kıza öyle zıt ki.
“Benim seçeceğim kelime eğlenceli olmazdı.” Hata daha doğru olur, hele şimdi Donut Hole’da, Misha’nın önünde dikilirken. “Buraya iş için geldim.”
Ne tür iş diye sormayınca, bundan haberdar olduğunu anlıyorum.
“Yani, bence dönmüş olman çok eğlenceli,” diyor. Ses tonu sıcak ama bir miktar endişe de hissetmiyor değilim. Misha’nın eğlence anlayışı her zaman kan çıkaran türdendi. “Bunca zaman sonra eve dönmüş olmana baban kim bilir nasıl sevinmiştir. Geçen yaz bizim çiti onardı, şu büyük fırtınadan sonra. Çok da sağlam yaptı.”
Babam hakkında konuşmak istemiyorum. Babam hakkında, özellikle de Misha’yla konuşmak istemiyorum. Boğazımı temizliyorum. “Demek Jonah Jennings’le evlendin?” diye soruyorum, doğru bir şekilde yorumlarsa sahte olduğunu anlayacağı bir kibarlıkla.
Misha gülüyor sadece. “Abisi, Peter’la.”
Bu yeni Misha’yı tahmin edemiyorum. Sanki geçmişin kuralları baştan yazılmış da ben oyunu hâlâ öğreniyormuşum gibi. Peter Jennings hakkında tek bildiğim şey, üniversitenin ya birinci ya da ikinci yılında, Tribune’da gördüğüm eroin satmaktan tutuklandığıyla alakalı bir haber.
Misha dergi rafıyla oynuyor. “Elimden geldiğince direndim ama bıkmadı usanmadı.” Küçücük bir anlığına tereddüt ediyor. “Bir bebeğimiz de var. Kayla arabada. Çıkarken sizi tanıştırırım.”
İçeride çalışan klimaya rağmen kapalı bir ağzın içindeymişsiniz gibi geliyor insana. “Hava çok sıcak,” diyorum. Misha benim sorunum değil. Misha’nın bebeği benim sorunum değil. Ama yine de tutamıyorum kendimi. “Başına bir şey gelmeyeceğinden emin misin?”
“Ha, uyuyor, canım. Onu uyandırmaya kalkarsam yaygara çıkarır. Tanrım. Ağzımdan çıkanlara bak. Hiç inanabiliyor musun? Yemin ediyorum, insan gözünü kapatıp açıyor ve on sene geçmiş; üstelik hiçbir şey beklediğin gibi değil.” Bir sır paylaşıyormuşuz gibi bakıyor bana. “Artık Barrens Lisesi’nde çalıştığımı biliyorsun, değil mi? Birkaç senedir oranın müdür yardımcısıyım.”
Bu beni dumur ediyor. Misha okuldan en az benim kadar nefret ederdi, gerçi onun nedenleri farklıydı. Futbol takımındaki çocuklar tarafından ellenmek varken dersler ona bir engel, zorunlu ödevler de onun için bir dikkat dağınıklığı demek oluyordu.
“Hiç bilmiyordum,” diyorum ama aslında asıl sormak istediğim şu: Nasıl? Öte yandan Barrens Lisesi her sene altmış mezun veren küçük bir okul, muhtemelen eğitim sisteminin en parlak insanlarını çekmiyordur. “Tebrikler.”
Elini sallıyor ama keyfi yerinde görünüyor, keyfi yerinde ve gururlu. “İnsanlar plan yapar, Tanrı ise onlara güler. Böyle demiyorlar mıydı?”
Şaka mı yapıyor anlamıyorum. “Bu dini muhabbetlere inandığını sanmıyordum. Lisede İsa âşıklarından nefret ederdin.”
Fakat tabii ki öyle bir şey yoktu: O sadece benden nefret ediyordu.
Misha’nın gülümsemesi siliniyor. “Gençtim o zamanlar. Hepimiz öyleydik.” Başını öne eğip rimelle kalınlaşmış kirpikleri arasından bana bakıyor. “Köprünün altından çok sular aktı. Hem, sen bizim yıldızımızsın. Büyük şehre giden kız.”
Elbette zırva hepsi. Öyle olmalı. Bana işkence etti, aileme işkence etti; beni ağlatmaktan zevk alıyordu. Bunları ben uydurmadım. Böyle bir şeyi uyduramam. Üzerinde “Yap gitsin” yazan bir notla beraber sırama bir jilet bantlamıştı. O sular benim bildiğim herhangi bir köprünün altından akmış değil. Hakkımda dedikodular yaydı, beni rezil etti, peki niye? Zaten hiç arkadaşım yoktu. Bir tehdit değildim ben. O zamanlar doğru düzgün bir birey olduğum bile söylenemezdi.
Yine de kolumu kavrıyor ve ben kolumu kurtarmıyorum. “Buzlu kahve çekti canım. Sen de ister misin?”
“Yok,” diyorum. Dolabın kapısını açıyorum ve dizilmiş su şişelerine bakıyor, kapının kulpuna tutunup dengemi sağlıyorum. Yan yana altı sıra şişe. Her sırada üç şişe var, bir tek sonuncusu öyle değil, onda sadece bir şişe var. O şişeyi alıyorum. “Sadece bu.”
Ama aslında, Çek elini üzerimden. Senden hep nefret ettim, demek için yanıp tutuşuyorum. Ancak belki de Küçük Deniz Kızı’ndaki cadı gibi, Misha insanların sesini çalıyordu: Misha’nın en büyük gücü bu olabilir.
Bir bardak buzlu kahve doldurmasını seyrediyorum. Nasıl buradan ayrılmak için izin isteyeceğimi, nasıl, Görüşürüz, umarım vasat bir hayatın olur ve hayatta olduğum sürece seni bir daha görmem, derim diye düşünürken, Misha birden, “Biliyor musun, Brent hâlâ ara sıra seni soruyor,” diyor.
Donup kalıyorum. “Brent O’Connell mı?”
“Başka kim olabilir? Şimdi Optimal’da yönetici. Bölge satış müdürü. Babasının izinden gidip şirkette yükselmeyi başardı.” Brent kasabadaki en zengin ailelerdendi, yani Barrens şartlarında bir basketbol potası, yerüstü havuzu ve ailenin her bireyi için ayrı yatak odaları demekti bu. Brent’in babası işe giderken kravat takardı, annesi de Carol Brady**** gibiydi: kocaman bir gülümseme, sarı saçlar, temiz pak bir görüntü. Brent liseyi bitirir bitirmez Optimal’da çalışmaya başlamıştı. Diğer çocuklar okuldan sonra benzinlikte benzin pompalar, markette raf dizer, hatta çevre çiftliklerde ahır süpürürken, Brent Optimal’da staj yapıyordu.
“Hâlâ bekâr. Ne yazık, değil mi?” Kahvesini yavaş yavaş karıştırıyor, sanki bir kimya deneyiymiş de şekerin ve kremanın yanlış bir karışımı tüm dükkânı havaya uçurabilirmiş gibi. Bir şeker. Karıştır. İki şeker. Karıştır. Üç. Sonra, birdenbire: “Senden hoşlanıyordu.”
“Brent, Kaycee’yle beraber,” diyorum çabucak. Şimdiki zaman nereden çıktı bilmiyorum: Kasabada beş dakika geçirdim ve geçmiş beni ele geçirmeye başladı bile. “Onunla beraberdi yani.”
“Kaycee’yle beraberdi ama asıl senden hoşlanıyordu. Herkes biliyordu bunu.”
Brent O’Connell, Barrens’taki en popüler çocuklardan biriydi. Misha’nın söyledikleri kulağa çok saçma geliyor.
Yalnız…
Yalnız o öpücük dışında, mezuniyet gecesindeki, bir tek öpücük dışında. Neredeyse hep hayalini kurduğum gibi bir ilk öpücük: Haziran ayından beklenmeyecek kadar sıcak bir gün, yüzülecek kadar sıcak neredeyse; duman kokusu havayı kesifleştiriyor; Brent ormandan çıkıyor, el fenerimin ışığına karşı ellerini gözüne siper ediyor. Belki sırf onunla karşılaşırım diye, sırf beni fark eder diye evimin arkasındaki ormanlıktan gölete doğru kaç gece yürümüştüm?
O kadar kusursuzdu ki… bunu uydurmadığımdan asla emin olamadım; eski evimizin çatı katında yaşayan ve ona getirdiğim yapraklar, çalılar ve dallar karşılığında benimle oyun oynayan koyu tenli, uzun bacaklı bir kız olan Sonya’yı uydurduğum gibi: Annem tavan arasındaki çürümüş yaprakları ve böcekleri keşfettiğinde ona Sonya’nın bir zamanlar bir peri kızı olduğunu anlatmıştım. Annem öldükten sonra, onu geri getirmek için uydurduğum oyunlar gibi. Kaldırımdaki çatlaklara basmadan yürümek gibi ama başka şeyler de vardı. Beş araba geçene kadar nefesimi tutabilirsem… Göletin dibine kadar yüzüp kuma parmağımı batırabilirsem… Telefon direğindeki kargalar çift sayıysa, on dışındaki herhangi bir çift sayı.
Misha başparmağıyla etrafına bastırarak, buzlu kahvesinin kapağını özenle kapatıyor. “Neden?” diye soruyor; öyle rahat bir ses tonuyla, öyle tatlı bir şekilde soruyor ki neredeyse anlamıyorum.
“Pardon?” Bir anlığına gerçekten anlamıyorum.
Sonunda başını kaldırıyor. Gözleri yaz göğünün berrak mavi tonunda. “Sence Brent senden neden bu kadar hoşlanıyordu?”
Su şişemi o kadar sıkıyorum ki parmaklarım plastiği büküyor. “Ben… Ben bilmiyorum,” diye kekeliyorum önce. “Hoşlanmıyordu.”
Misha gülümsüyor sadece. “Belki uzun saçlarındandır.” Sonra birdenbire uzanıp atkuyruğu saçımı usulca çekiyor.
Başımı geri çektiğimde Misha utanmış gibi gülüyor.
“Belki tüm o saçmalıklar, Kaycee’nin senin canını yakmamızı istemesi bu yüzdendi,” diye konuşmaya devam ediyor Misha. “O kız büyük deliydi.”
“O senin en yakın arkadaşındı,” diye belirtiyorum, konuşmaya yetişmeye, kendimi hatıraların çamurundan kurtarmaya çalışarak.
“Kısa bir süreliğine senin için de öyleydi,” diyor. “Nasıldı hatırlıyorsundur. Ödümü patlatıyordu benim.”
Doğru olabilir mi? O zamanı her hatırladığımda, gözümün önüne Misha’nın suratı, çarpık dişleri ve o kocaman mavi gözleri, beni ağlarken gördüğünde suratındaki zevk ifadesi geliyor. Aralarında acımasız olan Misha’ydı, aralarındaki pitbull, kararları veren kişi. Cora ve Annie, onlar takipçiydi: Misha ve Kaycee’nin peşinden, onlara tapan küçük kız kardeşler gibi gidiyorlardı.
Aralarında en güzel olan Kaycee’ydi, herkesin el üzerinde tuttuğu. Kimse Kaycee’ye hayır diyemezdi. Kaycee güneşti: Kimsenin, onun yörüngesine girmekten başka bir şansı yoktu.
Şimdi on yaş daha büyük ve en yakın arkadaşından on senedir uzak olan Misha huzurlu görünüyor. “Artık zıt taraflarda olsanız da Brent döndüğüne çok sevinecek. Şey,” diye ekliyor, yüz ifademi görünce, “doğru, değil mi? Buraya Optimal’ı kapatmaya geldin, değil mi?”
“Buraya suyun güvenli olup olmadığını denetlemeye geldik,” diyorum. “Başka bir şey yapmayacağız. Optimal’a karşı değiliz.” Ama Barrens’ta yaşayanlar için, bu ayrım bir fark yaratmayacak.
“Ama sen de o grubun bir parçasısın, değil mi?”
“Çevre Avukatlığı Merkezi, evet,” diyorum. “Haber tez yayılıyor.”
Misha öne doğru eğiliyor. “Gallagher musluklarımızı kapatacaklarını söylüyor.”
Başımı iki yana sallıyorum. “Gallagher’ın bir şey bildiği yok. Böyle bir şey ancak çok ama çok sonra gerçekleşebilir. Biz sadece atık bertaraf sistemlerini kontrol etmeye geldik.” Hukuk fakültesinde size öncelikle öğrettikleri tek bir şey var: kesinlikle hiçbir şey söylemeden konuşmak.
Misha gülüyor. “Ben de seni şöyle fiyakalı bir avukat sanıyordum. Onun yerine tesisatçı olmuşsun!” Başını sallıyor. “Bunu duyduğuma sevindim ama. Optimal buraya o kadar iyi geldi ki, inanamazsın. Bir dönem kasaba kuru kuruya toza dönüşecek sandık.”
“Hatırlıyorum,” diyorum. “İnan bana.”
Birden ortaya çıkmış bir acıyla kaşlarını çatıyor ve dudaklarını büzüyor. Uzun bir saniyenin ardından bir şeyler söyleyecek gibi oluyor.
Sonra tekrar elimi tutuyor. Bana yaklaşınca şaşırıyorum, o kadar yakın ki gözeneklerini seçebiliyorum.
“Sadece şaka yapıyorduk biliyorsun, değil mi? Tüm o yaptıklarımız. Tüm o söylediklerimiz.”
Sessizliğimi onay olarak alıyor sanırım. Elimi kısaca sıkıyor. “Eskiden senin buraya dönmenden endişelenirdim. Korkardım bundan. Geri geldiğinde buraya şey için…” Lafını burada yarım bırakıyor ve biri kulağıma fısıldamak için bana doğru eğilmiş gibi ensemdeki tüyler ürperiyor.
Kaycee için. Kaycee için demek üzere olduğundan eminim. Rahat görünmeye çalışarak, “Ne?” diye soruyorum, bir yandan da ucuz güneş gözlüklerinin olduğu bir standı çevirip güneşin lenslerine vuruşunu seyrediyorum.
Şimdi gülümsemesi yapay ve zoraki. “İntikam için,” diyor sadece. Bu sefer kapıyı açtığında önce benim geçmem için kapıyı tutuyor.
Misha’nın bebeği arabada rahatsız rahatsız kımıldanıyor. Misha’yı gördüğünde ağlamaya başlıyor. Misha bebeğin kemerini çıkarmak için eğildiğinde, tuttuğumdan bile haberdar olmadığım nefesimi salıyorum.
“Bu Kayla,” diyor, Kayla ağlamaya başlarken.
“Çok tatlı,” diyorum ki yalan değil. Gözlerini Misha’dan almış ama beklenmedik derecede gür saçları beyaza yakın bir sarı.
“Gerçekten tatlı, değil mi? Tanrı’ya şükür, Peter’a çekmedi. Ona işyerinde Kızıl Ninja diyorlar.” Misha, Kayla’yı sakinleştirmek için kucağında pışpışlıyor. Nedense Peter Jennings’le, köşeli bir çene ve aptal bir surat, bu çocuğu beraber hayal edemiyorum. Fakat bebekler aslında hep böyle sanırım: Büyüyene kadar ebeveynlerinin çirkinliklerini almıyorlar. “Şikago’daki önemli işinle bizi gururlandırıyorsun.” Yarıiltifat, yarıemir. Altmetin: Bize yamuk yapma.
“Bize akşam yemeğine gelsene. N’olur. Babanda mı kalıyorsun? Evin numarası var bende.” Dönüp tekrar Kayla’nın kemerini takıyor. “Yerleşirken bir şeylere ihtiyacın olursa haber et. Ne olursa.” Gerek yok ve o evde kalmak aklımın ucundan bile geçmiyor, diyemeden arabasına biniyor. Misha oradan ayrılır ayrılmaz, sanki bir el ses tellerimi bırakıyor.
Senden hiçbir zaman yardım almayacağım.
Senden hiçbir zaman bir şey istemeyeceğim.
Senden hep nefret ettim.
Ama artık çok geç. Misha çoktan, ardında nemli yaz havasında bir süre asılı kalıp etrafındaki her şeyi bozan bir egzoz dumanı bırakarak oradan ayrılmıştı.
* Balık şekilli bir çeşit şekerleme. –yhn
** (İng.) Ana. –çn
*** Deri koltuklar üreten New York merkezli bir mobilya zinciri. –çn
****19691974 yılları arasında ABC kanalında gösterilmiş The Brady Bunch dizisindeki anne karakteri. –yhn