On haftadır süregelen distopik dizimiz The Handmaid’s Tale nihayet sezon finalini verdi. İzleyicilerini soru işaretleriyle bırakan dizi, bundan sonra yoluna tek başına devam edecek gibi gözüküyor. Margaret Atwood’un eserinden esinlenerek on bölümdür ilerletilen yapım, Hulu’nun şu ana kadar, diziler kapsamında şahane bir şey başarmış olduğunun kanıtı olabilir bence: Adaptasyondaki başarı ve ötesi.
Sezon boyu yaptığımız bölüm incelemelerinde yedinci ve dokuzuncu bölümlerde minik molalar verdik eğer fark ettiyseniz. Bunun sebebi aslında üzerine söyleyecek söz bırakmamasıydı dizinin. Derdini o kadar net ve iyi anlatıyordu ki, konuşacak yeni bir şey olmamasını geçin, olanları da sadece hayranlıkla izlemekten başka bir şey yapamıyordu insan. Yine de, sezon finaliyle beraber artık gelecek sezonuna yönelik konuşma imkanı doğdu bizlere.
Hepimizi ikinci sezonu beklemeye, heyecanla gün saymaya, ne olacak diye düşünmeye iten o finaldeki sahneden açayım konuyu: Offred’in son repliklerini hatırlıyor musunuz? Hani şu, geleceğinin aydınlık ya da karanlık olması konusunda söylediklerinden bahsediyorum. İşte tam da o sözler, bizzat kitapta da Offred’in anlatımının son bulduğu sözler. Yani özetle dizinin ilk sezonu ve kitap tamamen aynı noktada sonuçlandı. Peki bu ne demek? İkinci sezon onayını alan dizimiz, kitapla olan yolunu ayıracak demek.
Bu durum kitapseverleri biraz korkutacak gibi duruyor sanırım, ama hayır; korkmayın. Çünkü benim için bile bir ilk olacak türden bir itirafım var sizlere: Aslında dizi, kitabın yansıttığı atmosferden çok daha ileride bir projeydi. Her zaman bir yapımın uyarlandığı kitabın kat be kat iyi olduğunu savunurdum, ta ki The Handmaid’s Tale’e kadar. Sebebini ben de henüz anlayamadım ve ilk defa böyle bir şey yaşıyorum; ama gerçekten de June’un kendi hikayesini kitapta anlatırken, diziden çok daha etkili olup olamadığı konusunda bir ikilem yaşadım şu on bölüm boyunca.
Hayır, kitabı köşeye atıp Margaret Atwood’un distopyasını kötülemiyorum; kat-i suretle hayır hem de. Ama onca uyarlama arasında gerçekten hakkı verilerek yapıldığını düşündüğüm bir dizi oldu bu süreç içerisinde The Handmaid’s Tale. Dolayısıyla da, verdiği mesajlar ve anlattığı hikayeler bakımından biraz daha ilerideymiş gibi hissettirdi. Üstelik kitabın kronolojik sırasına uymadan ve ek öyküleri de senaryosuna dahil ederek yaptı bunu. Evet, dizi ile kitap arasında birtakım değişiklikler var aslında. Misal; Offred ve Nick’in, Serena Joy zoruyla birlikteliğinin kitapta daha geç yaşanması ya da bazı karakterlerin aslında hiç yoktan dizide kendine ayrıntılı bir öykü edinmesi gibi birkaç detay, farklı yönlerden hayat bulmuştu dizide. Bunların haricinde Serena Joy’un son sözlerinin, kitapta minik zamir değişiklikleriyle aktarılmasının dahi, iki ayrı yapıtta farklı şekillerde yorumlanabileceği kanısındayım. Yine de sonuç olarak dizi, derdini anlatmak için kullandığı görsel kaynakların bolluğu sayesinde mesajını, kitaptaki muallaklığa oranla çok daha net bir şekilde aktarabilmiş.
Durun bir saniye. Ben gerçekten dedim mi bunu? Daha önceden hiç, bir diziyi daha fazla imkanı olduğuna dair savunmamıştım. Kitaplar, anlatımları açısından bir karakterin iç dünyasına girebildiğimiz ve göz atabildiğimiz için her zaman derdini daha rahat anlatabilmekte; evet. Dizi ve filmlerde ise bu iç dünyaya bakış o kadar da kolay olmadığından, yönetmenin insafına kalan yorumlarla alabiliyoruz tüm o hissiyatı. Yine de az önce yukarıda bahsettiğim olay, şu ana kadar savunduğum daha çok imkana sahip olma konusunda bazı katı düşüncelerimi yıkmayı başardı.
Bu yorumlarımın öyle bir anda gaza gelip söylenecek türden şeyler olduğu hissine kapıldıysanız, sizi orada durdurmak istiyorum biraz. Zira ilk üç bölümden bu yana kafamda dönüp duran ve benim sürekli kendi prensiplerimle çelişmeme neden olan bu mesele, en başından beri yazılarda hafiften enstantanelerle size anlattığım bir şeydi. At gözlüğü görevi gören şapkalar, oyuncu performanslarıyla karakterlerdeki ikileme düşürten olaylar, her daim Offred’e odaklı ve gazlayıcı bir şekilde biten bölümler… Bilmiyorum, bütün bunları hissedebildiğinizi düşünerek alttan alta bunu size anlatmaya çalışmıştım bir süredir. Kısmet bugüneymiş, açık açık söylemekten de korkmuyorum artık. Evet, The Handmaid’s Tale dizisi, esinlendiği harika kitabı başarıyla görselleştirmiş ve hatta bir adım ötesine taşıyabilmiştir.
On bölümdür izlediğimiz her şeyle, kitaptan olmadığını hissettirmeyen sahnelerle bile, dizi kendine belli ölçüde bir izleyici kitlesi edindi bence. Bunun Türkiye’de olanları ne kadar fazladır ondan pek emin değilim. Yine de yurtdışında, dizideki hizmetçi karakterlerin görünüşü üzerinden dertlerini sessizce haykırmaya çalışan insanlar çoktan dikkat çekici işlere imza attılar bile. Etkisinin fazla olduğunu inkar edemeyiz. Her şey bir yana, bence dizinin başarısı bir yerde kitabı da bilinir kıldı. Biliyorum, bunu söylemek çok acı bir şey; bir edebi eserin, kendinden sonra gelen başka bir iş ile ün kazanması yani. Ama sürüsüne bereket birçok insan bunu benimsediği için ne yazık ki kaçışımız da yok…
2018’in başında ikinci sezonunun tekrardan ekranlara gelmesi planlanan The Handmaid’s Tale için bizim yorumlarımız böyle. Kitabı takip etmeyi bıraktı, artık tek başına ilerleyecek dedik. Esinlendiği eserin üstüne koyarak tırmandı duvarları diye de ekledik. Şimdi sıra Offred’in hikayesini bir de devam ettirilmiş haliyle izlemekte. Onca süredir görmeyi umut ettiğimiz bir ayaklanma ruhu, son bölümde üstüne basa basa bizlere haykırılmış olsa da; gelecek sezonda bizin neleri beklediği konusunda en ufak fikrimiz yok. Şu durumda yeni sezonu beklemeyi en çok cazip kılan da bu sanırsam! Ne dersiniz?