Arrow, Daredevil, Punisher ne daha niceleri… Son zamanlarda özellikle çizgi romanlar ve uyarlama film, dizileriyle meşgul olduğumuz bu isimler, mevcuttaki yargı ve iktidar odaklarını sorgulayan, güçlünün güçsüzü ezmesine karşı çıkan, sistemin gerektiği gibi çalışmadığı gerçeğiyle yüzleşen ve sonunda da bütün bunları bir kenara bırakıp, kendi adaletini aramaya giden, ne ilk ne de son karakterler. Şöyle bir geriye dönüp ortak kültürel hafızamıza baktığımızda aynı düzlemde biz bu karakterleri bir eksik bir fazla, Robin Hood ismiyle de bilmiyor muyuz? Yani, aralarından bir tanesi açık ve net şekilde yeşil giyiniyor ve ok atıyor, daha da barizi olamazdı sanırım.
Bugün daha çok villain veya anti-kahraman diyoruz onlara ama pek çok kültürde, çok eski yüzyıllara kadar dayanan böyle bir tip mevcut. Daha bizden bir örnek isterseniz Köroğlu diyelim mi? Slovakya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nin ortak biçimde paylaştığı Juraj “Juro” Jánošík veya Janicek de bunlardan biridir. Bu tip kahramanlara Eric Hobsbawm, “Sosyal Haydut” diyor. Robin Hood, artık, hakkında anlatılanların içerisinde gerçeklik payı var mı diye sorduracak kadar eskilerde kaldı, Köroğlu mevzusu karışık ve bilinen bir isim; eh, süper kahramanlar zaten kurgu. Peki, bu yazıda bana katılıp, biraz daha yakınlardan ve gerçekliği malum birkaç tanesine göz atmaya ne dersiniz?
Haydutun Sosyali mi Olur?
Bir kere baştan söylememiz lazım: Hemen her çağda ve hemen her coğrafyada, karşılaştığımız adil olmayan durumlar ve uğradığımız tahakkümleri bizim yerimize, çoğunlukla da meşru olmayan yollarla çözebilecek olan bu tip kahramanları seviyoruz ve destekliyoruz. Fakat işin içerisinde birazcık bile “sosyallik” olacaksa, doğrudan sivil halka zarar veren suçluları ve şurada bahsettiğim gibi Punisher tipi tam teçhizatlı adam öldüren kimseler ile şurada bahsettiğim gibi tek bir insanın üzerine bazuka atacak kadar cezai ehliyetini sorgulatacak Joker tipi karakterleri baştan kafamızdan atmamız lazım. Bunların ne dereceye kadar makul bulunabileceklerini tartışmak, bu yazımızın konusu değil.
Sosyal Haydut dediğimizde; biraz Eşkıya filminden, biraz Dadaloğlu şiirlerinden bahsediyoruz. Onlara isterseniz, Erdemli Haydutlar da diyebiliriz. Erdemli Haydut, suç işleyerek değil, adaletsizliğin bir kurbanı olarak kanun dışına çıkıyor. Bunun ardından adaletsizliğe karşı bir duruş sergilemeye başlıyor. Zenginden alıp fakire vermek gibi, zaten Robin Hood dediğimiz anda aklımıza gelen bir hayat görüşüne sahip oluyor. Nefsi müdafaa dışında kesinlikle cana kast etmiyor. Halk tarafından değil, otorite ve güç makamlarınca suç kabul edilen eylemlerde bulunuyor. Neticesinde ise halk kendisine destek veriyor, yardım ediyor, ona hayran olunuyor.
Tabii böyle anlatınca ölümlerinden yıllar sonra efsaneler, şarkılar ve şiirler sebebiyle öyleymiş gibi abartılsalar da hiç suç işlemiyorlar, sütten çıkma ak kaşıklar gibi anlaşılmasın. Suçlulardan; hırsız, katil, cani ve tecavüzcülerden, adi suç sayılmayacak eylemler, şeref davaları ve bencillikten uzak bir toplumsal bilinç ile ayrılıyorlar.
Diego Corriente Mateos (1757 – 1781)
Corriente, yıllar boyunca hakkında anlatılanlarla romantize edilen ve tarihe “cömert haydut“ olarak geçen biri. Tabii hakkında yüzyıllarca efsaneler anlatılıp, romanlar yazıldığı; filmler çekildiği için bazen gerçeklerle efsaneler, birbirine karışabiliyor. Yine de çoğu zaman olduğu gibi birebir olaylar için olmasa bile anlatılanların ana fikrinde bir gerçeklik payı var.
Köylü bir ailenin oğlu olan Corriente, 1957 yılında Sevilla’da dünyaya geliyor. Haydut hayatına tam olarak nasıl başladığı hakkında pek çok rivayet var fakat bunların hepsi öyle veya böyle, çiftçilerin ekmekte olduğu toprakları sömürenlere karşı başlayan bir isyanı işaret ediyor. Sonrasında işlediği suçlar ise çok açık: Bulduğu her fırsatta zenginleri soyuyor, çaldıklarını da fakirlere dağıtıyor.
Her kahramanın başında bir tane bulunan bir baş düşman, Corriente’de de mevcut. Don Francisco de Bruna, döneminde “büyük gücün efendisi” olarak anılan, Kraliyet Mahkemesi’nde yargıçlık yapan, aynı zamanda tahta naiplik eden, bunlarla birlikte dini görevleri bulunan ve bir de şövalye ilan edilen bir adam. Anlayacağınız, döneminin geçer akçesi bulunan bütün iktidar odaklarının tekelinde bulunduğu birisi. Ve tabii ki suç hayatına on dokuz yaşında birkaç at çalarak başlayan Mateos’tan ölümüne nefret ediyor. Rivayete göre de yolları birçok kez kesişiyor. Ancak anlatılanlara göre Francisco de Bruna, iki elinde kendisine doğrulttuğu iki silah varken bile Mateos’tan korkmuyor çünkü onun zenginlerden çalıp fakirlere verdiğini ama hiçbir zaman insan öldürmediğini biliyor. Düşmanın bile onurlusu demişler ya, öyle bir durum.
Başına koyulan sayısız ödüle rağmen Mateos’un yakalanması uzun bir zaman alıyor çünkü toprak sahiplerine borçlu olan herkesin borçlarını ödediği için, halk, onu saklıyor ve koruyor. Tabii böyle bir kaçak hayatı yaşayıp, aynı zamanda daha yaşarken hakkında şarkılar söyleniyor olmasının getirdiği bazı yan etkiler de mevcut. Fazla cüretkârlık, pervasızlık ve kibir, bunlardan birkaçı. Mesela sen git, o kadar insan arasından kellene ödül koyan yüksek mahkeme yargıcı Francisco de Bruna’nın yeğeni ile sevgili ol. Hem de öyle bir aşk yaşa ki efsanelere, şarkılara konu olsun, adamın burnunun dibinde.
Bu kaçamak aşk, onun cüretkârlığını ve pervasız kibrini anlatmak için hiçbir şey. Zira söylenenlere göre kendisini yetkililere ihbar eden ve başına ödül koyduran ilk kişi de bizzat kendisiymiş. Hatta de Bruna, Corriente’yi yakalayıp ölü veya diri teslim edene on bin altın sözü verdikten sonra, kendisini yakalayıp teslim etmeyi başaranlara asıl kendisinin para vereceğini söylemiş. Sonra bununla da yetinmeyip de Bruna’nın malikanesine gitmiş, huzura kabul edilir edilmez de suratına suratına “Diego Corriente’yi getirdim” diyerek ödülünü talep etmiş.
Yakalanması ise Portekiz’de, o esnalarda aşk yaşamakta olduğu bir kadının kendisine ihanet etmesiyle vuku buluyor. Saklandığı evin etrafını yüz kadar asker çeviriyor, askerlerin komutanı erlerine, “Cesur bir adamı ele geçirmeye geldiğim için üzgünüm ancak başka seçeneğim yok” diyor. Böylece yakalanıp, Sevilla’ya gönderiliyor. İdamını beklediği beş gün boyunca ailesinin gönderdiği ekmek ve şarabı yalnız başına tüketmeyi istemiyor; diğer mahkumlarla birlikte yemek istiyor. İzin verilmediği için de yemek yemeyi reddediyor. Henüz yirmi dört yaşında, hayatında hiç kimseyi öldürmemiş bir adam, kutsal bir cuma gününde, kentin meydanında asılıyor.
Zelimxan – Selim Han (1872 – 1913)
Çeçenlerin Robin Hood’u olarak nitelenen Selim Han, Kuzey Kafkasya bölgesinde bir haydut olarak karşımıza çıkıyor. Döneminde Kazak ve Rus sömürgecilerine karşı mücadele verdiği söylenilebilir.
Temelde, Kazakların son derece verimli olan Çeçen topraklarında yaşamaları ve bu verimli toprakların kontrolünü ele geçirmeleri sebebiyle Sibirya’ya sürülen, hâliyle yoksullaşan Çeçen halkını besleyebilmek ve fakirlere yardım etmek için çeşitli Rus bankalarına, Çar mevkileri gibi hedeflere, darphaneye baskınlar düzenliyor. Bu esnada da başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere, sivillere zarar vermekten kaçınıyor.
Yoksul halkı adaletsiz bir şekilde Sibirya’ya sürdüğü için otoriteden intikam almaya yemin eden Selimhan, en sonunda bir mağarada sıkıştırıldığında, Çar’ın masum insanlardan topladığı para cezalarını geri vermesi ve kendisi yüzünden tutuklananları serbest bırakması karşılığında teslim olacağını söylüyor. Böylece bir halk kahramanı gibi görülüyor ve hakkında “Drama Köprüsü” minvalinde pek çok türkü söyleniyor.
Luis Pardo Novoa (1874 – 1909)
Perulu Luis Pardo, görece soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. On bir yaşındayken babası, bir arazi anlaşmazlığı sebebiyle öldürülüyor ve bu cinayet, yerel otoritelerce örtbas ediliyor. Pardo da kurumlardan bulamadığı adaleti kendisi sağlamaya karar vererek babasının katillerini pusuya düşürüyor. Böylece yasadışı hayatı başlamış oluyor.
Kendisi de bir toprak sahibi olan Pardo, diğer toprak sahiplerinin aksine, topraklarında çalışanlara iyi davranır, onlara ödeme yapar, okumayı ve yazmayı öğretirmiş. Bölgede yaşayanların maruz kaldığı kurumsallaşmış tiranlığa ve adaletsizliğe karşı isyan eden, onları sömürüye uğramaktan korumaya çalışan biri olarak pek çok taraftar toplamış. Pardo ve çetesinin ortaya çıkışı, toprak ve maden sahiplerine korku saçmış çünkü bir kişiye karşı herhangi bir adaletsizliğin işlendiğine dair en ufak bir şey duyulursa, olay çetenin baskınıyla sonuçlanıyormuş. Baskınlardan elde ettiklerini ise en çok ihtiyacı olanlar arasında dağıtıyorlarmış. Pardo’nun ünü giderek yayılmış ve kasabalılar onu yoksullar ile evsizlerin koruyucusu olarak görmüşler.
Anlatılanlara göre o da biraz(!) cüretkâr bir insanmış ki bir keresinde tek başına, düşmanlarından birinin düzenlediği bir partiye, eğlenmek için gitmiş. Uzun yıllar sürdürdüğü eşkıyalık hayatı ise bir mağarada arkadaşları ile birlikte sıkıştırılmasıyla sona eriyor. Kaçabileceğine inanan Pardo, mağaranın dışarısında bekleyen halkın gözleri önünde dağdan aşağı doğru koşuyor ve kendisini, daha sonra isminin verileceği nehre atıyor. Cesedi, nehrin akış yönünde köylüler tarafından bulunuyor, hatta bir teğmen ölümünü kesinleştirmek için kafasına bir kurşun da sıkıyor. Sonrasında cansız bedeni fotoğraflanıyor, kasaba halkına örnek olsun diye günlerce meydanda teşhir ediliyor. Ancak bütün bunlara rağmen ne çetesinin faaliyetlerine ne de halkın, onun ölmediğine dair inançlarına engel olunamıyor.
Üçü de kendi yaşadığı toplumun Robin Hood‘u olarak nitelenmiş, haklarında efsaneler anlatılıp şarkılar söylenmiş bu insanlar, bir vaka olarak karşımızda duruyor. Buna rağmen gerçek hayatta Robin Hood’ların pek çoğu, erdemli olmaktan çok uzaklar. Onlardan da bir sonraki yazıda bahsetmek istiyorum. Peki, neden gerçekte durum böyle olmasa bile ve bin yıllardır bizlere her zaman iyi olmamız, çalmamamız, bir tokat atana diğer yanağımızı çevirmemiz, kurallara itaat etmemiz öğütlenmesine rağmen “Yol kesen, haraç alan, senin benim gibi insanoğlu” eşkıyalar, bu denli seviliyor?
İlk cevap, yirmi birinci yüzyılda, sosyal devletlerimiz ve yirmi bir katlı binalarımıza rağmen hâlâ halktan yana duracak kahramanlara duyduğumuz ihtiyaç olsa gerek. Nitekim günümüzün en çok izlenen filmleri, araya radyoaktif örümcek ısırıkları girse bile, bunlar hakkında. İkinci cevap, bu insanlar adalete olan ihtiyacımızı bir nebze giderip, güçsüzü ezenleri bir nebze de olsa madara edebildikleri için, onları, belirli bir imge dâhilinde algılamamız. Yani muhtemelen hiçbiri anlatıldıkları kadar bencillikten uzak adalet savaşçıları değiller, sadece biz öyle olduklarına inanmayı istiyoruz. Üçüncü cevap ise en önemli cevap olacak sanırım: Bir erdemli eşkıyanın toplumdaki yanlışların düzeltilmesine önderlik etmesine ve sosyal adaleti sağlamasına olan ihtiyacımız o kadar fazla ki eğer ortada gerçekten böyle bir kahraman yoksa, bu işler için uygun olmayan adayları dahi baş tacı edebiliyoruz. Bir yandan eskilerini anlatıyor, bir yandan yenilerini üretiyoruz.
Çünkü geniş bir bakışla hepsini bir araya topladığımızda, aralarında yüzyıllar, bir de yüzlerce kilometreler olmasına rağmen “Efendiler kalem kullanır, biz silah; tarlalar onların, dağlar bizimdir” diyen İtalyan yaşlı bir eşkıya ve Selimhan ile birebir aynı sebepten “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu arasında çok da bir fark yok. Ağzından bu sözlerin döküleceği bir kahramanı üretmeye her zaman ihtiyacımız olacak. Bu sözler ağzımızdan her döküldüğünde, bizi rahatlatacak.