Mizah gibi gamsız kavramların bile akla gelecek en karanlık ve en incitici nesnelerle rahatlıkla karıştırılabildiği ve bu zıtlığın da çok kolay şekilde ana akımda bile kendine yer bulabildiği bir dönemde yaşıyoruz. Jojo Rabbit’i hatırlayın, küçük bir çocuğu Hitler’le konuşturan, insanlık tarihinin en itici ve muhtemelen en suçlu kişiliğini duraksamadan bir çocuğun hayalî arkadaşı yapan bir film bu. Zıtlığın komik bir şey olduğunu biliyoruz, düşen insanlara sadece düşmemeleri vurgulanmışsa gülüyoruz ve tüm bunlar artık mizahın bir parçası. Çok fazla şaşırmamalıyız.
İşte bu yüzden Mayhem adlı o -şakasız- şer dolu müzik grubunu anlatan filme çok güldüğümü söylediğimde çok şaşırmamamız gerekiyor gibi duruyor. Şaşırmalıyız oysa: Bu filmin amacı ne, kestirmesi imkansız ve muhtemel ki eğlencesi de burada.
Öncelikle bu habis gruptan bahsetmezsek olmaz, komedinin sinir ucu kopmuş olur. Mayhem’e meşum diyorum, evet çünkü kime sorsanız aynı cevabı alacaksınız: En büyük black metal fanından en sadık pop dinleyicisine, tüm insanlığın ortak bir karara varacağına eminim. Nereden başlamalı bilmiyorum ancak bu ürpertinin kaynağının, metal türleri içinde bile radikal sayılacak türe bağlı tercihler olmadığını biliyorum. Brutal vokal ya da alışılagelmişin dışında rahatsızlık vermesi için tasarlanmış sözler, sorunun kökü değil. Sorun grup üyelerinin yaşayışında ve bunu günümüzde uyuşturucunun pençesinde boğuşan, alkolik olan, prodüksiyon şirketleriyle sorun yaşayıp kariyerini kaydıran sanatçılardan çok, çok daha farklı bir anlamda kullanıyorum.
Filmin çarpıklığı gerçeği yeniden üretmesinde mi diye düşündüm. Bu sebeplerden biri: zaten radikal olan bu karakterleri alıp izlenebilir bir ilginçliğe sokmaya çalışmışlar, oysa zaten neredeyse hepsi incelenmesi gereken patolojik bir vakayken törpülemeye gerek var mı karakterleri? Karakter diyorum çünkü gerçek hayatta kanlı canlı insanlar olduklarını düşünmek biraz zor. Daha sevilebilir, daha izlenebilir yapmaya gösterdikleri özen çok tehlikeli aynı zamanda: kolaylıkla ırkçılığı mazur görmeye varabilecekken son anda direksiyonu kırıyorlar çünkü.
Gerçekliğe biraz göz atalım ki anlaşılır hale gelsin: Pelle Ohlin, Mayhem’e katılmadan önce de halihazırda Morbid adlı bir grupta, resim çiziyor, şarkı yazıyor, farklı ülkelerden fanzin sahipleri ile mektuplaşıyor: bir yüzü, düşününce, yaşıyor ve yaşamakla özdeşleştirilecek şeyler yapıyor, üretmek gibi. Diğer yüzü ise kendisi için Dead ismini kullanan, ölü hayvanlara özel ilgisi bulunan, toprağa yatmayı seven bir Pelle. Muhtemel Cotard Sendromu ile anlaşılmaz bir yaşam süren, travmalarına ve hayal gücüne aynı anda esir olmuş, ölüm obsesyonu korkunç boyutlarda, hasta biri.
Bir de Euronymous’tan bahsedelim: gerçek adı Øystein Aarseth olan bu üye, görüp görebileceğiniz ahlaki olarak en “tartışmasız” kişilerden olabilir. Çünkü kötü biri. Pelle intihar ettiğinde grup hakkında yapabileceklerinin yarıda kalmasına yanan, cesedi gördüğü anda ilk hareketi etraftaki nesneleri değiştirip estetik zevkine hazır hale getirdikten sonra yeni kompozisyonun fotoğrafını çekmek olan biri. Öncesinde Pelle’yi intihar etmesi için teşvik etmesi ve sonra bu fotoğrafı albüm kapağı olarak kullanmasını saymıyorum bile.
Bu davranışlara katlanmayan Necrobutcher’ın (Jørn Stubberud) yerini alan Varg Vikernes’i anlatmak ise kendi başına bir fıkra gibi: Hristiyan bir ailede doğmuş ancak öze dönmek için Nordik tanrılara inanan, yobaz, ırk takıntısıyla kelimenin tam anlamıyla kafatasçı bir katil. Aynı zamanda bir RPG sevdalısı olduğunu bunların üstüne söylersem o çocuksu ancak basbayağı faşist komedik kişiliği zihninizde canlandırmanız daha kolay olacaktır.
Şimdi bu insanların aralarındaki inanılmaz sağlıksız ilişkiyi, diğer grup üyelerinin arada kalışlarını, Pelle’nin kendine zarar verişini bir gösteri sanatı olarak konserlerde kullanışını, domuz kanıyla banyonun konserlerin nasıl alışılmış bir parçası olduğunu düşünün. Gerçeklik iğrenç, karanlık, hatta öyle ki olası her durumda bu insanların her zaman mümkün olan en yanlış kararı vermesiyle kendi başına bir mizahi yanı var. İnsanların bazı şeylere nasıl bu kadar kör ya da bencil ya da basbayağı basiretsiz kaldığını düşündükçe ve dönemi inceledikçe şaşırmadan edemiyorsunuz. Güvenilmez anlatıcı olsun olmasın, röportajlar ve mektuplar bu şahsiyetlerin interaksiyonu hakkında tek bir şey söylüyor: hepsi birer çocuk.
İnsan ilişkileri karmaşık, özellikle bu kadar ekstrem şartlarda bambaşka ve yine ekstrem kişiliklerin bir araya getirilmesiyle oluşan dinamikler bambaşka. Oysa film bunu formülleştirmek etmek, kurgulamak zorunda ve bunu yaparken kimisine daha sempatik bir rol vermezse kendisini çok hassas bir psikolojik gerilimin içinde bulur.
Elbette, söylemeye gerek yok ki Lords of Chaos’un böyle bir derdi yok.
Törpülenen karakterler: bu gerçek kanlı canlı ve ahlaki olarak tamamen gri olan insanları alıp bir filmin protagonisti, antagonisti yapınca bir şeyler çok yanlış gidiyor gibi geliyor bana. Pelle neden “manic pixie dream girl” arketipine uyuyor mesela: filmi komik yapan sebeplerden biri bu. Varg Vikernes sıradan bir kötü adam olamıyor yani, Euronymous’un ana karakterliği, tavşan deliğinden atlayışı, kahramanın sonsuz yolculuğuna çıkışı bana inanılmaz komik ve fan fiction-vari geliyor.
Trainspotting’i hatırlıyor musunuz? Aşırı ciddi ve üzücü bir konuyu ele alırken ne kadar çok güldürüyordu insanı? Çok rahatsız edici sahneleri var mı, var; aşırı hüzünlü ve ağır sahneleri var mı, o da var. Ama ben filmi daha ziyade belli bir komediyle hatırlıyorum. Lords of Chaos da bunu yapıyor. En basit örnek: Birinci kişi ağzından dış ses şeklinde bir anlatım var ikisinde de, iki filmde de bu mizah öğesi değilse nedir? Bilinçli bir tercih mi, inanın bilmiyorum. Ama en sonunda absürt bir film bu, tabii biraz düşününce daha farklı olması imkansız geliyor.
Komedinin en net diğer bir sebebi ise şu: Sonuçta, durumun kendisi absürt. Yukarıda özet geçtiğim şeyleri ciddi şekilde anlatmak pek mümkünatı olan bir şey değil. Eğer öyle bir şey mümkün olsaydı, sonucunda da ortaya izlemeye değer bir film çıkacak olsaydı, şüphesiz filmin daha çok araştırma yapması gerekecekti, oyuncuların daha fazla hazırlanması gerekecekti, konuların ele alınış biçimlerine kafa patlatılması gerekecekti, ve en basitinden, bir sürü anlatım tekniğinden ve kurgu fikrinden tamamen vazgeçilmesi lazım gelecekti.
Biraz araştırdığınızda filmin komik gibi göründüğü ama sonrasında inanılmaz ciddiyete büründüğü söylenmiş. Bana kalırsa başından sonuna yanlış: kan görmeye başlamamız, önümüzde ciddi faşist eğilimler çıkmaya başlaması komedisini azaltan değil arttıran şeyler. Çünkü bu bahsettiklerimin doğasında absürdizm var, bunlar içkin olarak komik şeyler: en azından ben öyle görüyorum, beyaz ve avantajlı yaşamlarını sürerken, ergen liseli bir grup gencin “politically incorrect”liği en hafif tabiriyle komik.
Durumu hafife alıyor gibi görünmeyeyim, Pelle Ohlin özelinde çok ciddi bir dram var ve çok basit mekanizmalarla durdurulabilirdi: aile, daha sorumlu arkadaşlar, belki daha bilinçli bir çevre, hastane prosedürleri. Yıllar önce yaşamış elin Norveçlisinin derdine mi düştün demeyin, bu kısım gerçekten önemli ve filmin de bir anlığına önemsediği tek nokta o olabilir. Ancak bu ciddiyet kısa bir duraksamadan ibaret, sonrası çok başka, yine anlamsız sinir krizleri, yine garip kişilik savaşları. Yani kısaca komedik bir film, çünkü kendilerini siyaha boyamış, ellerine silah almış, kendilerini aşırı ciddiye kıskanç ve yaramaz anaokulu çocuklarını izliyor gibisiniz.
Tabii çok daha belirgin ve bana kalırsa kasti tercihler olan ve inanılmaz zekice bulduğum yanları da var filmin. Varg Vikernes gibi bir neo-naziyi Musevi birine oynatmaları ya da Euronymous’u öldürmeden önce yine Musevilikteki gibi ölüm ve yaşamı yani süt ve eti birleştirmemek için sütüne kakao tozu atması gibi. Sizce de güzel detaylar değil mi bunlar?
İşte böyle anlamlandırması zor bir filmle ilgili derdimi size anlatmış oluyorum. Black metale veya Mayhem’e ilgi duymuyorsanız bile eğer mizahla, kara mizahla veya bu zıtlığın nasıl işlediğiyle ilgili en ufak merakınız varsa giderebileceğiniz bana kalırsa oldukça deneysel bir film Lords of Chaos.