The 100 dizisini daha önce duymuş olma ihtimaliniz çok yüksek zira internet ortamlarında kendisinden çokça bahsedildi. Daha önce bu diziyi duymuş olsanız bile diziye, ya hakkında yapılan “ergen dizisi” yorumlarından dolayı başlamadınız ya da ilk sezonuna katlanamayıp diziyi bıraktınız. Ergen ya da daha resmi adıyla genç-yetişkin yapımların tercih edilebilirliği ayrı bir tartışma konusu ve bu konuyu bir kenara bırakırsak, evet, The 100’ın ilk sezonu kesinlikle bir genç-yetişkin dizisi ve bugün geriye dönüp baktığımda görüyorum ki türün iyi örneklerinden de değil. Yine de bu durum 16 yaşındaki benin çok umurunda olmamış olacak ki diziyi izlemeye devam etmişim, iyi de olmuş. Çünkü, The 100 ikinci sezondan itibaren hayli konuşmaya değer bir hâle geliyor.
Dizinin konusundan kısaca bahsedecek olursam Dünya, nükleer patlamalar sonucu yaşanmayacak hâle geliyor ve gezegenden kaçabilen insanlar, uzayda koloni kuruyor. Hikâyemiz, nükleer felaketten 100 yıl sonrasını anlatıyor. Uzayda her şey çok kısıtlı ve bu yüzden en küçük suçların bile cezası ölüm. Neyse ki genç suçlular idam edilmek için 18 yaşını bekliyorlar ve sevgili karakterlerimiz, burada devreye giriyor. Ark isimli koloninin yöneticileri, nasıl olsa infaz edilecek olan 100 suçlu genci, Dünya’nın yaşanabilirliğini test etmek için Dünya’ya gönderiyor. Buraya kadar pek dikkatinizi çekemedim, farkındayım. Daha en başından bir grup genci tek başına Dünya’ya gönderme fikri bile potansiyel aşk üçgenleri yüzünden tüylerinizi diken diken etmeye yetmiştir. O zaman haydi, biraz şeytanın avukatlığını yapayım.
Bir kere, dizi ikinci sezonun başlarındaki viraj bir olayla beraber, genç-yetişkin aşkı hikâyelerini rafa kaldırıyor. Tabii ki romantik hikâyeler devam ediyor ama bunlar, ana hikâyeyi doğrudan etkileyen aşk hikâyeleri yerine olaylar ilerlerken organik gelişen ve çok da zaman almayan hikâyeler oluyor ki bu, bir CW yapımı için önemli bir adım. Ana hikâyeyi bu kadar ilgi çekici kılan şey ise tüm karakterlerin gri olması. Dizi, hikâye boyunca, özellikle başkarakterimiz Clarke üzerinden İyi ve kötü nedir?‘ sorularının cevaplarını anlamaya çalışıyor. Söylemeye çalıştığım, iyilik meleği karakterlerimiz bir tane hata yapıyor da gri olmuyorlar. Karakterler, hayatta kalmaya çalışırken gerçekten zor kararlar veriyorlar. Kötü karakterler için de aynısı geçerli. Thanos bile The 100 villain’ları için fazla siyah-beyaz kalıyor ki zaten villain kelimesi The 100 için eğreti bir kelime. Hatta sözde iyi karakterlerimiz birçok yerde kötü diye sınıflandırabileceğimiz karakterlerden çok daha korkunç şeyler yapıyorlar.
Spoiler vermeden hikâyenin içine girecek olursak, Ark’ta gözle görülür bir sınıf ayrımı var. Suç işlemeye itilen kişiler genelde alt sınıftan insanlar olduğu için, Dünya’ya inen yüz kişilik topluluğun büyük çoğunluğu alt sınıf insanlardan oluşuyor. Başkarakterimiz Clarke ise yönetici sınıfının çocuklarından biri ve diğerlerinin bildiğinin aksine Ark, onlar için de pek keyifli bir yer değildi. İlk sezon bu şekilde Ark’tan gelen hesaplaşmalarla geçiyor ve bir yandan yeryüzünde yalnız olunmadığı fark ediliyor. İkinci sezondan itibaren ise artık odağımız bu yüzlü grubun hikâyesi değil. Mount Weather hikâyesiyle beraber karakterlerimiz yüz gence liderlik etmekten çok daha zor şeylerle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Halklarını korumak için ne kadar ileri gidebileceklerini keşfediyorlar ya da kendilerinden olmayanların hayatları da kendi halkları kadar değerli mi diye sorguluyorlar.
Bana kalırsa dizinin en iyi hikâyesi ikinci sezondaki Mount Weather hikâyesi olsa da dizi, dördüncü sezonun sonlarına kadar hatırı sayılır hikâyeler anlatmaya devam ediyor. Yine de ikinci sezondaki ilmek ilmek işlenen hikâyenin tadını hiçbiri vermiyor. Çünkü dizinin yaratıcıları ileriki sezonlarda daha fazla bilim-kurgu hikâyesi anlatmaya karar veriyorlar ve sizin de bana katılacağınız gibi, bilim kurgunun kötüsü de çok kötü oluyor. Yiğidi öldür hakkını ver, birçoğunun altından beklenenden daha iyi kalkıyorlar. Çünkü dizi sezonlar boyu aynı gri tadı koruyor ve inanılmaz iyi karakter gelişimleri izlettiriyor. Bir yandan da harika sezon finalleri yaptığı için, aslında bütçelerinin üstünde kalan bilim kurgu kararları pek de eğreti durmuyor.
Başarılarından gaza gelmiş olacaklar ki dizinin yaratıcıları bir noktadan sonra gitgide daha zor bilim kurgu hikâyeleri anlatmaya başlıyorlar. Her ne kadar sezon sonunda bu kararlara acayip şaşırıp, bir sonraki sezonu heyecanla beklesek de sezonlar geçtikçe dizi, bu hikâyelerin altından zor kalkar oluyor. Gerek bilim kurgu tarafının eğretiliği yüzünden hikâyenin gidişatının da etkilenmesi gerek son sezona girerken dizinin yaratıcısı Jason Rothenberg’in oyuncularla yaşadığı sorunlar, dizinin pek de iç açıcı bir finalle bitmemesine neden oluyor.
Dizinin kötü biten finaline ve hikâye içinde verilen bazı yanlış kararlara rağmen kendi potansiyelini gereğinden fazla aştığını düşünüyorum. Zaten altını çizdiğim kısım da bu. The 100 kesinlikle izlediğim en iyi dizilerden değil fakat başladığı noktadan üzerine öyle bir koydu ki takdir etmemek elde değil. Özellikle başroldeki Clarke karakterinin gelişimi, karakter gelişimi nasıl olmalıdır sorusuna ders niteliğinde verilecek bir cevap gibi geliyor. Clarke karakterinin CW kanalındaki ilk başrol biseksüel karakteri olması da not etmeye değer bir bilgi gibi.
Sonuç olarak, size gönül rahatlığıyla The 100’ı öneremiyorum. Çünkü yedi sezon çok fazla ve sezonların tümüne de kesinlikle kefil değilim ama geriye dönüp bakıyorum ve The 100’ün, CW çatısı altında olmasına rağmen uğradığı değişime helal olsun demekten başka şansım kalmıyor.
Yazan: Yağmur Mamati
1 Comment
Bence de çok fazla underrated bir dizi bu dizi. Kiminle konuşsam ergen dizisi diyip geçiyor beğenmiyor. Ancak senaryoda hataları da yok değil. Clarke’ın ve Bellamy’nin önce büyük bir hata yapması sonra bununla yüzleşmesi ve hep beraber bu hatayı düzeltmeye çalışırken ortalığın karışması standart bir kısır döngü içine girmiş durumda. Verdikleri çok çok çok kötü kararladan sonra hala etrafında bir dizi insanın olması da çok saçma. Şahsen etrafımda lider olarak takip ettiğim biri bu şekilde kararlar alsa sanırım çoktan öldürürdüm. Baş karakterler kesinlikle iyi insanlar değiller ve savunulacak hiçbir tarafları yok. Ama her şeye rağmen kendini izlettirmeyi beceriyor bence.