The Exorcist tarihte çıkmış en iyi korku filmlerinden birisi, pek çok insana göre de en iyisi ama ondan sonra bir türlü mirasını doğru yerden yakalayıp devam ettiren olmadı. Peki, neden?

The Exorcist diye konuşmaya başladığımız zaman genelde onun ardından bir türlü sonu gelmeyen cinli şeytanlı filmleri, vahşi batıdaki altıpatlarlar gibi çıkarılan haçları ve artık midemizi bulandıracak boyutlara gelen inanç pompalamasını hatırlıyoruz. Bu çok üzücü bir durum çünkü aslında özgün eser bunlardan hiçbirine yönelmiyor ve bambaşka amaçlar güdüyor.

The Exorcist filminin ünlü kapak görseli, MacNeil ailesinin evi ve onun önündeki peder.
Öyle harf falan içermez ama “bela” diye okunur.

Hem devam filmleri hem onu kopyalayıp ekmeğini o suya bandırmaya çalışan klon yapımlar hem de açtığı korku türünden yürümek isteyip asla o anlatısal değere ulaşamayınca da ancak kaliteli çerez filmleri olmakla yetinen çıkışlar nedeniyle yüzümüze kusmaya çalışan şeytanlardan biraz sıkıldık. Gelin, sizinle bugün bir yandan The Exorcist’i güzel yapan değerlerin üstünden geçerken bir yandan da diğerlerinin aynı değerleri anlamadıkları için o düzeye nasıl çıkamadıklarını konuşalım.

Dikkat, yazı spoiler içerebilir.

The Exorcist Neden Bu Kadar Güzeldi?

İçinde yaşadığımız yıllardan baktığımız zaman hem inanç bazlı doğa üstü korku öğeleri açısından duyduğumuz doygunluk hem de ister film ister oyun olsun deneyimlediğimiz korku yapımlarında gördüğümüz efektlerin gökleri aşabilmesi filmi o kadar da etkileyici göstermeyebilir ama izleyen her insan, olayların akışında ve kurgunun detaylarında filmin baskısını üzerinde hissedecektir. Bunun temel nedenlerinden birisi önce bir roman olarak çıkan özgün hikâyenin, yazarın başka bir zaman okuduğu bir dadanma olayını neredeyse bir belgesel yapmak istermişçesine ele almaya çalışması.

The Exorcist filminden içinde Ellen Burstyn tarafından canlandırılan Chris Macneil karakterinin de olduğu bir kare.
İnsan mantığının çaresizliğe çakıldığı an.

Filmde de gördüğümüz bu durum bizi maske takmadığı için içine şeytan kaçmış bir kızın hikâyesini dinlemekten çok, ne olduğunu anlamadığımız bir sorunla baş başa bırakıp insanların teker teker ellerindeki bütün çözümlerini tüketmelerine tanık olmamıza neden oluyor. Bu açıdan sanki bir korku filmi değil de adeta House dizisinden çok özel bir bölüm izliyor gibiyiz.

Regan’ın semptomları üzerinden birer birer geçiyor, olası tedavilerin her birini deniyor ama bir türlü sorunun köküne inemiyoruz. Rasyonel düşüncenin sunduğu ilaçlar en uç noktaya kadar tüketilince ancak inebiliyoruz korkuya. Olayların daha doğaüstü ayrıntılarına indiğimiz zaman bile öyle bir hız trenine binip bir aşağı inip bir yukarı çıkmıyoruz. Her şey adım adım ilerliyor ve her defasında hikâye sabırlı bir şekilde bekliyor, kozlarını bilgece saklıyor ve sadece yeri geldiğinde kullanıyor. Günümüzdeki çok fazla korku filmi ve oyununun hâlâ alamadığı bir ders bu.

The Exorcist filminden Jason Miller tarafından canlandırılan Peder Damien Carras karakteri.
The Exorcist filminin ana karakteri, Peder Damien Carras

Diğer yandan çözümü bulması için rol biçilmiş Peder Damien Carras ise sorunu olan karakterlerimizle karşılaşana kadar kendi krizleriyle boğuşuyor. Annesi hasta ve bu durum pederin akıl sağlığı üzerine bir şeytanmışçasına çöküyor. Onun ölümüyle birlikte bütün inancını ve umudunu kaybeden peder, en sonunda Regan’ın annesi Chris yardım için kendisine geldiğinde ilk başta böyle bir durumun içinde yer almayı reddediyor. Bunu karşısına çıkan durumdan korkarak değil, böyle bir şeyin asla yaşanmayacağını düşünerek yapıyor çünkü bütün inanç sistemi yıkılmış bir hâlde.

The Exorcist hakkındaki en iyi şeylerden birisi de bu aslında. Film boyunca cehennemin varlığı giderek daha somut bir biçim alırken, cennet ancak inanılabilecek bir kavram olarak kalıyor. Pederin karşılaştığı gerçeklik de işte bu.

İnsanların başına gelen olayları sanki hikâyeleştirilmiş bir belgeselmiş gibi izlediğimiz filmde aslında sıradan ve sıra dışının birbiri içine mükemmel bir geçişkenliği var. Renklerin ve olayların akışında kendinizi bizim gerçekliğimiz içinde buluyorsunuz, şeytan kendini gösterdiğinde ise bu gerçeklik birden kirleniyor, kırılıyor, artık aynı gezegende değilsiniz ve cehenneme geçiş yaptınız. Hatta filmdeki en inançlı, deneyimli, sağlam iradeli yaşlı rahip bile şeytanın karşısında yıkılıyor. Temelde insanlık, anlayamayacağı ve karşısında çare üretemeyeceği bir güçle yüzleşiyor. Yine kendisinden sonra gelen filmlerin pek anlayamadığı bir ayrıntı.

E gelin o zaman, bir de o filmlerden konuşalım.

The Exorcist filminden Chris MacNeil ve Peder Merrin karakterlerinin olduğu bir kare.
En koca çınarların bile yıkılabildiğini gösteriyor film, altında güvenlice duracağınız bir ağaç yok bu öyküde.

Tanrının İradesi

İnanç gibi konuları işleyen filmlerde tanrının varlığını en çok hissettiğimiz yerlerin ilahi müdahalelerle mucizelerin kurtardığı hikâyelerden çok, kurtuluşun yine insanların kendisinden geçtiği ve herhangi bir yüce gücün tarafsızlığını duyduğumuz noktalar olduğunu düşünüyorum. Yoksa inanç reklamı yapıldığı gerçekten çok belli oluyor.

Gelin görün ki ne devam filmlerinde ne de orijinal eserin esin verdiği yapımlarda bu konu çok fazla anlaşılmıyor. Sanırım “inanç satar” diye bir yaklaşım benimsendiği için daha emin ve hızlı uygulamalara gidiliyor. Ne var ki The Exorcist için önemli olan şey onun bir ele geçirilme hikâyesi olması değildi. Bu konuyu en iyi açılardan, en doğru kararları alarak işlemesiydi. Fakat elinde haç tutan herkesin mucizevi bir şekilde en nihayetinde şeytanı kovması en uygun bir seçenek olarak görülüyor. Böylece bu güzel filmin geride bıraktığı miras da parça pinçik ediliyor.

The Exorcist: Believer

İsimden de anlayabileceğiniz üzere filmin neyi amaçlamaya çalıştığı çok açık. İlginç bir şekilde The Exorcist serisinin bu son filminin ilk kısımları aslında gayet iyi ilerledi. Ne zaman ki “Evet, burada insan inancı dışında yapılabilecek bir şey kalmadı” deniliyor, her şey o zaman yokuş aşağı gidiyor.

The Exorcist: Believer filminden Leslie Odom Jr tarafından canlandırılan ana karakter Victor Fielding.
İnanması gereken arkadaş bu.

Aslında yine güzel sekansları olan ve insanı yavaş yavaş ısıtan film, bir anda nostaljik unsurlarla bizi ucuz ucuz kazanmaya çalışan ve aynı anda “İnançtır bu inanç!” diye bağırarak üstümüze yürüyen yavan bir yapıma dönüşüyor. Bu noktada pazarda elma, patates, marul diye bağıran abilerimizi, ablalarımızı dinlemeyi tercih ederim çünkü onlar en azından tüketmek istediğim bir şeyler satıyorlar. Burada ise filme inanmamakla kalmıyor, hikâyenin ve hikâyenin benimsediği düzenin tutarsızlıklarını da görüyorsunuz. En sonunda bu da diğerleri gibi ilk filmin yarattığı o muazzam başarının gölgesinde kalıyor.

Daha bunun romanına, The Exorcist 2 denen felakete ve Exorcist’in ekmeğini yemeye çalışan taklitlerine de girebiliriz ama sanırım bunun vakti ileride. Siz neler düşünüyorsunuz? Neye inanıyorsunuz? Cehennem mi daha çok varlığını hissettiriyor yoksa cennet mi? Düşüncelerinizi merak ediyoruz. O zamana dek, bir şeytanla karşılaşırsanız ne demeniz gerektiğini iyi biliyorsunuz.

“The power of Christ compels you!”

Author

Size bir hikaye anlatayım.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.