Geçtiğimiz ödül sezonunun en öne çıkan filmlerinden biri olarak Brady Corbet imzalı The Brutalist, Adrien Brody’ye kazandırdığı Akademi Ödülü ile tartışma yaratmış ve sezonun en çok konuşulan filmlerinden biri olmuştu. Kendisini oyunculuğu ile tanıdığımız ve yönetmenliğe uzanan kariyerinde çarpıcı işlere imza atmış olan Brady Corbet’nin hayal projesi The Brutalist, inanılmaz oyunculuk performanslarıyla izleyiciyi büyülese de Corbet’nin yaratmaya çalıştığı “epik sinema” anlayışını ve tarihsel teorilerinin altını doldurmaya yetecek kadar güçlü bir film mi?

Üç saati aşan süresiyle göz korkutan, aldığı sinematografi ödülüyle parlayan filmin temel yapısını ve filmi kişisel olarak neden “başarılı” bulmadığımı ele alacağımız bu yazıya başlamadan önce, hâlihazırda birçok kişinin izlemiş olduğu ve yayınlanmasının üzerinden belirli bir zaman geçen filmin incelemesini neden şimdi yaptığımı açıklamak istiyorum. Açıklamak istiyorum çünkü hâlihazırda festival temposunda veya vizyon takviminde sinema yazarlarının ve basının olabildiğince “hızlıca” ve çabucak incelemeler kaleme aldığına tanıklık ettim. Genel olarak gayet normal olan bu durum, The Brutalist gibi üzerinde uzun uzun tartışacağımız filmler için bir sorun kaynağı hâline gelebiliyor.

İzlenme ve tıklanma sayıları anlamında ve de sıcağı sıcağına reaksiyonları anlamak adına ilk incelemeleri filmlerin gösterilmesinden hemen sonra yayınlamak kulağa o kadar da yabancı ya da tuhaf gelmeyebilir. Fakat bir filmi ele alırken, tıpkı filmi izlediğimiz sürede gelişen ve dönüşen duygularımız gibi biz izleyiciler de zaman içinde değişimler gösterebiliyoruz. Bu bağlamda filmi tamamıyla irdeleyebilmek için izledikten sonra belirli bir zamanın geçmesi kanaatindeyim. Bu durumda elbette ki işleri dolayısıyla olabildiğince çabuk ve sıcağı sıcağına reaksiyonlar vermeye çalışan sinema yazarlarına ve basına karşı değilim. Fakat bazı filmleri belirli bir zaman geçtikten sonra değerlendirmek ve filmin üzerine tartışma konuları açmak da sinema yazını üzerine kafa yormuş herkes için farklı bir perspektif getirmiyor da değil. Brady Corbet’nin filmini gösteriminden bir hayli zaman geçmesine rağmen incelemeye karar vermem de bu fikrin bir yansıması ve de sonucu.

Film hakkında bahsetmek istediğim ilk konu tartışmalı yapay zekâ kullanımı. Kısıtlı bütçeyle “epik” bir sinema oluşturma gayesine adanmış bir yapımın, kreatif yönden parlaması gereken elementlerinin ve film dilinin görsel dizaynının olağanüstü bir çabayla bir araya getirilmiş gibi durması bir tesadüf değil. Zira hayatın zorluklarından ve katliamlardan kaçıp soykırımdan kurtulan bir mimarın hikâyesinin anlatıldığı bir filmde kreatif yönden ilgi çekicilik yaratmak bir sorun olarak da görülmeyebilir. Fakat tüm bu kreatif kullanımın ardından çıkagelen yapay zekâ kullanımı iddiaları, filmin yaslandığı o “epik” kreatif gücün çöküşüne sebebiyet veriyor. Nazi soykırımından kaçan ve Amerika’ya sığınan Macar asıllı bir Yahudi’yi canlandıran Adrien Brody’nin filmde pek de eğreti durmayan Macar aksanının arkasında yapay zekâ olduğunu öğrendiğimizde teknolojinin kreatif alanlardaki korkutuculuğu beni ürkütmüyor değil.

“Kreatif olağanüstülük” vurgusuyla kendini pazarlamaya çalışan filmin yapay zekâ kullandığı bir diğer alan da filmde gördüğümüz mimari tasarımlar. “Epik sinema” yaratma gayesinde olan ve yaratıcılık teması üzerinden bir göçmenin öyküsünün aktarıldığı bir filmin yapımda ve icra edilmesinde yaratıcılıktan kaçınılıp yapay zekâ kullanılması da buradaki tezatı gözler önüne seriyor. Gelecekte kim bilir hangi filmin yapay zekâ desteğiyle üretildiğinden emin olamayacağımdan da emin gibiyim üstelik. The Brutalist’in kendisini olabildiğince ciddiye almaya çalıştığı bu “farklılık” da bir nevi yapay zekâ kullanılmış olmasıyla kendi kendini çürütüveriyor. Adrien Brody her ne kadar başarılı bir performans sunmuş olsa da Macar aksanını kendini zorlayarak da icra edemez miydi? Bu da onu daha doğal yansıtmaya çalışıp filmin “yapaylığı” arasında sıkışmaktan kurtarmaz mıydı?

Mimariyi sanat olarak irdelediğimizde de mimarlığın ve sanat dalı olarak mimarinin nasıl bir kültürel formun, bireyselliğin ve belirli bir bakışın ürünü olduğunu anlayabiliyoruz. Sanatsal yönden kurduğu üstünlük üzerinden kendini pazarlayan yapımın içinde kullanılan mimari yapıların yapay zekâ yardımıyla oluşturulmuş olması da sadece bir tembelliğin ürünü değil, gerçekten bu sanat dalıyla ilgilenenler ve bu sanat dalında eserler ortaya koyanlar için de bir utanç oluşturuyor. Artistik sürecin “yapaylıkla” harmanlanması da sinemanın geleceği açısından en azından beni bir izleyici olarak endişeye sürüklüyor.

Yönetmenin “ustaca” ortaya koyduğunu iddia ettiği ve fikrine fazlasıyla güvendiği eserinin arkasında yatan “Amerikan rüyası” taşlaması da bir noktada suya batıyor çünkü Corbet’nin yaratmaya çalıştığı artistik figürün bireyselliğe kayışı ve bu noktada herhangi bir toplum eleştirisi yapmaktan çok yapıyormuş gibi görünmesine, kapitalizme karşı çıkan bir perspektiften dünyaya bakmaya çalışan fakat hiçbir tezinin altını yeteri kadar dolduramayan bir filme dönüşmesiyle sonuçlanıyor.

Sinemanın yeni sorunlar yaratmaktan çok sorular sordurtmaya iten bir sanat dalı olduğunu düşündüğümüzde filmin amacının havada kaybolması da cabası. Dahası bir Holokost mağdurunun hikâyesini tarihsel bir yapıda İsrail’in kuruluşuyla aynı düzlemde ele alınması, tarihsel olarak ezilenin yanında durmaktansa kapitalizm eleştirisi yapıyor gibi görünen filmin taban tabana zıt bir gerçeklikten İsrail’in kuruluşuna değindiğini belirtmeden geçmek istemiyorum. Kolonileşmeye bir eleştiri mi getirmek istiyor, yoksa bundan faydalanır gibi olan alternatif bir tarihsel gerçeklik mi oluşturuyor ikileminde de izleyicinin tatmin olmadığından emin gibiyim. Üstelik bu kısımlar izleyicide farklı bakış açıları geliştirmekten çok bir dayatmadan ibaret. Bu da filmin yapaylığını fazlasıyla arttırıyor ve bu yapaylık kaçınılmaz bir tatminsizlik duygusunu beraberinde getiriyor.

Filmin üç saati aşan ve epik bir sinema anlayışı yaratmaya çabalayışı da zaten filmin yapaylığından sıkılan izleyici için katlanılamaz bir durum yaratıyor. Süresini uzattıkça uzatan ve “büyük” bir eser ortaya koymak konusunda kendisine gerektiğinden fazla güvenen bir yapımın çilesini üç saatten fazla bir süre oturup izlemek çok da “eğlenceli” bir etkinliğin habercisi olmasa gerek. Bu üç saati aşan sürede de filmin vurgulamaya çalıştığı odak birkaç kez yön değiştiriyor ve anlam açık olmanın yanına yaklaşamıyor.

Göçmen olmak ve yeni bir ülkede hayat kurmak temalarını sinema tarihinde onlarca kez izlemiştik. The Brutalist filminin elinde bu konulara derinlemesine olmasa da dolaylı yoldan değinebilecek materyal fazlasıyla olmasına rağmen filmin tonu bir türlü belirlenemeyen bir karmaşanın içinde sürükleniyor. “Büyük” bir sinema oluşturma gayesinin altında ezilen Brady Corbet, her ne kadar ödül sezonunda hak ettiğini düşündüğünü fazlasıyla elde etmiş gibi dursa da filmin yapısına ilerleyen yıllarda dönüp bakıldığında sorunlu olarak görülebilecek taraflarının açığa çıkabileceğini düşünüyorum.

Yapay zekâ tartışmalarının gündeme oturduğu günümüzde yapay zekâ kullanımını artistik gerçeklikle örtmeye çalışan fakat Holokost mağduru bir göçmenin dünyasını ancak odağı kaymış bir biçimde sunabilen The Brutalist, yıllar boyunca tarihsel tartışmaların odağında kalacak gibi. Siz Adrien Brody’ye “En İyi Erkek Oyuncu” Oscar’ını getiren The Brutalist hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorumlarda belirtmeyi unutmayın.

Author

Berlin'den bildirmeye çalışan, Avrupa'nın nabzını tutan, sinema sevdalısı ve yazmayı seven bir birey.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.