Şu anda çok büyük bir ahlaki ikilemle karşı karşıyayım. Bazen bir şeyi çok ama çok seviyorum ve bunu kimseye anlatmak istemiyorum. Sadece benim küçük sırrım olsun, ben keyfini çıkarayım, dış dünya bilmesin, biz aşkımızı kendi içimizde yaşayalım istiyorum. Fakat bu dizi o kadar iyi ki, hepinizin bilim kurgu seven dimağlarına “alın bunu, alın izleyin” diyerek gani gani en 1080p’sinden link atmak istiyorum.
Sevgili okur, sizi bu sezonun ve büyük ihtimalle Battlestar Galactica’dan beri özlediğimiz bilim kurgu tahtının sahibi olan yepyeni bir dizi ile tanıştırmak istiyorum; The Expanse.
The Expanse, James S.A Corey mahlaslı bir ikilinin aynı isimli kitap serisinin dizisi. Açıkçası ben bu ekibi daha önce duymamıştım. İkili Daniel Abraham ve Ty Franck’tan oluşmakta. İkisinin de bilim kurgu tarafı çok güçlü. Hatta öyle güçlü ki bilimi sabah damardan alıp akşam kurgu olarak çıkartıyorlar büyük ihtimalle, en azından The Expanse’in ilk bölümünü izlediğinizde bunun ne kadar doğru olduğunu anlatacaksınız.
İkili James S.A Corey adı altında ilk romanları Leviathan Wakes ile 2012 Hugo roman ödülünü ve 2012 Locus Bilim Kurgu ödülünü evlerine götürmüşler ve her yıl da seriye yepyeni romanlar yazmaya devam ediyorlar. Bunlardan en son çıkanı 2015 Haziran’da raflara gelen Nemesis Games. Bu arada hepsi de The Expanse evreni içinde devam eden hikayeler.
Baştan uyarayım da ayık olun, The Expanse her gün gördüğünüz, duyduğunuz bilim kurgu işlerinden değil. Expanse’ın dünyasında lazer silahları ve aşırı şekilli it dalaşı yapan uzay gemileri yok! Bu dünyada oksijen filtreleri, ağır G içeren uzay manevraları, manyetik botlar ve buzdan su yapma var! Yani burası Survivor beyler burada her şey gerçek!
“Gerçek” derken, abartmıyorum. The Expanse “Hardcore Sci-Fi” denilen türde yazılmış bir iş. “Sci-Fi iyi hoş ama ne oluyor bunun hardkoru?” diyecek olursanız hemen söyleyelim; Mobile Suit Gundam oluyor, Legend of Galactic Heroes oluyor, yani kısaca uzayda Game of Thrones oluyor. Zaten Expanse’i tarif etmek için en çok söylenilen yorumlardan biri de bu.
Mark Fergus ve Hawk Ostby tarafından (Children of Men ile Iron Man’i yazan ikili!) ekranlara uyarlanan The Expanse, bir uzay operası. İnsanlığın uzak geleceğinde geçiyor. Bu gelecekte insanlık üç fraksiyona ayrılmış durumda. Bunlardan biri dünya ve ayın oluşturduğu Birleşmiş Milletler. Diğeri zamanında kolonize edilmiş fakat daha sonra bağımsızlığını ilan etmiş, teknolojik olarak dünyanın ilerisinde olan Mars. Üçüncüsü ise bu iki fraksiyonun su ve kaynak ihtiyacını karşılayan “Belt” isimli garibanlar.
Belt fraksiyonuna gariban diyorum çünkü kendileri aslında asteroid kuşağında istasyonlarda yaşayarak hayatlarını Dünya ile Mars için kaynak madenciliği yapmakla geçiren bir çeşit işçi sınıfı. Belt sakinleri uzayda doğup, büyüyüp, öldükleri için, zamanla anatomileri ve biyolojileri uzay istasyonlarının yerçekimsiz ortamlarına göre gelişmiş. Bu sebeple çoğu “Belter” uzun, dayanıksız, gelişmemiş ve çelimsiz bir hal almış. Belter’lar için hava, su ve yiyecek gibi şeyler büyük lüks. Özellikle dizinin ilk başında Belter toplumunun ne gibi sıkıntılar yaşadığını net bir şekilde veriliyor. Doğal olarak içlerinde Dünya ve Mars diktasına karşı çıkmak isteyen geniş bir grup var. Bu insanlar özellikle dünyalılar tarafından “terörist” olarak adlandırılıyor ve her türlü mahalle baskısına maruz bırakılıyor.
Bu sebeple The Expanse’in dünyasında Belter olmak iyi bir şey değil. Dünyalılar “Belter” kelimesini hakaret olarak kullanıyor. Onların görünüşleriyle alay ediyor ve işçi sınıfı olduklarını her fırsatta hatırlatıyorlar.
İşte hal böyleyken The Expanse üç ayrı karakterin hikayesini anlatıyor. Bu karakterlerden ilk tanıdığımız Belter istasyonu Ceres’te görev yapan dedektif Miller. Miller’I Thomas Jane canlandırıyor. Bu ilginç bir isim çünkü Thomas Jane Hollywood’un bir türlü baltaya sap olamamış oğlanlarındandı. Kendisinin Boogie Nights’tan tutun Dreamcatcher’a kadar pek çok filmi var ama kimse hatırlamıyor. Yani bir bakıma “hep orada olan ama bilinmeyen adam” gibi bir durumu var. Bu sebeple ben başrollerden birinde gördüğüme sevindim.
İkinci karakterimiz Canterbury isimli bir buzkıran gemisinde kaptan yardımcılığı yapan asi çocuğumuz Jim Holden. Ya bu arada, yazının burasında “diğer ana cast ne yapmış” diye hepsinin kariyerlerini araştırıyordum. Thomas Jane dışında hiçbirinin bir olayı yok doğrusu. Büyük ihtimalle zaten prodüksiyona harcanılan hayvani bütçeyi cast ile şişirmemek için genç ve bilinmeyen yeteneklerle çalışmayı tercih etmişler. Bunlardan Holden’ı oynayan Steven Strait geri kalan oyuncular gibi çok bilinmeyen biri. Yine de Naomi’yi oynayan Dominique Tipper’da çok iş var, demedi demeyin.
Üçüncü karakterimiz, Birleşmiş Milletler yönetiminde bulunan Chrisjen Avasarala. Kendisini ilk bölümde çok az görüyoruz fakat “10 saat daha buradasın, fısıldaman yeterli” repliğinden ne kadar güçlü ve zalim bir yapısı olduğunu anlayabiliyoruz. The Expanse, bu üç karakterin hikayesini insanlığın varoluşunu tehlikeye atacak bir gizemin ortasında buluşturmayı vaat ediyor. Ilk bölümden bunun nasıl bir gizem olduğunu biraz anlamaya başlayabiliyorsunuz aslına, özellikle sonlarına doğru epey can sıkıcı, “ah ya” diyeceğiniz bir hikayeye doğru gittiğimizi hissediyorsunuz.
Ve sonra Ned Stark öldüğünde hissettiğiniz o kekremsi hissiyat yeniden geliyor bağrınıza. Evet, uzayda geçen bir Game of Thrones seyrediyorsunuz. Bu da herkesin ölebileceği anlamına geliyor. Evet herkes ölebilir, herkes. Tabii böyle bir şeyi uzayda yapınca, genel olarak kitle imha silahlarının bolluğundan olsa gerek, ölü sayısı da doğru orantılı olarak artıyor. Ben bu sebeple baştan uyarayım, siz siz olun herhangi bir karaktere bağlanmayın.
The Expanse’i sürükleyici hikayesi ve sağlam karakterlerinden ayrı bir noktaya koyan bir diğer şey ise Battlestar Galactica’dan beri özlediğimiz o “uzay çaresizliği” hissiyatını başarılı bir şekilde vermesi. Evet, bunlar galakside uçan devasa metal tabutlar ve bir şeyler yanlış giderse yüzlerce kişilik mürettebatın canı demek oluyor bu. Bu durumu en iyi veren sahneler ise Holden’ın “kaptan olmak istemiyorum” tiradları sanırım. Zaten kim olmak ister ki?
Battlestar Galactica derken, BSG’nin o göz yormayan, kaliteli görselliği The Expanse’in her yanını sarmış durumda. Gemiler, uzay, efektler, kıyafetler, gemilerin içi, dekor ve geri kalan her şey o kadar başarılı bir şekilde kurgulanmış ki, ne göze batıyor, ne abartı kaçıyor ne de sizi dizinin içine girmekten alıkoyuyor. Özellikle ekibin The Knight ile sinyal gemisine gittikleri sahnede kaskları falan fevkaladenin fevkinde detaylarla donatılmış! Bu sadece görsellik için geçerli değil tabii. Expanse’in dünyasının kendi içindeki tutarlılığı da takdire şayan. Yer çekimi kullanımları, uzay istasyonunda yaşamın etkileri, devasa uzay gemilerinin manevralarının gerçekçi yanları (Canterbury 180 derece dönerken iskeleler kırılıyor, geminin etrafında parçalar sallanıyor!), manyetik botlar, manyetik botlar ve manyetik botlar!
Kısaca, Alien olsun, Battlestar Galactica olsun, Game of Thrones olsun, bu dizide her şeyin en güzel kısmından biraz biraz var ve her şey o kadar kararında kullanılmış ki, ilk bölümden sizi tavlayacağının garantisini veriyorum.
Sonuç olarak nedir? Expanse muhteşem! İzlemeyen bilim kurgu delileri hemen ilk bölümü izlemeye başlasınlar, sonra burada tekrar buluşalım, aşağıda yorumlarda biraz da beraber övelim.