Geçen haftanın “filler” bölümü sonrası, nihayet asıl zaman çizgisinde ilerleyen hikayeye dönmek gerçekten çok iyi oldu. Bütün bir bölümü flashbackler ile Luke’un neler yaşadığına ayırmaları kötü değildi elbette; tek problem üzerine yapacak yorum olmamasıydı. Yoksa her geçen bölümüyle beni bir kez daha kendine hayran bırakmayı başarıyor The Handmaid’s Tale. Bir inceleme molasından sonra nihayetinde sekizinci bölümümüzü de değerlendirelim mi, ne dersiniz?
“The Eye” Diye Korkuttuklarına Değmedi Sanki?
Bu bölüm bana kalırsa, “The Eye” grubunun adını temize çıkarmak için kurgulanmış bir bölümdü. Teknik olarak başından beri iyi olma ihtimalini taşıyan birtakım insanların, anca sekizinci bölümde ne amaçla iş yaptıklarını anladık. Ama yine de temeldeki mesaj buydu bence: The Eye’ın daha iyi bir amacı var.
Yapılan flashbackler sayesinde Nick’in geçmişini öğrendiğimiz kadar, üyesi olduğu The Eye’ın da ne tip işler çevirdiğini anladık. Gilead Devleti’nin yozlaşmış düşüncelerine karşılık kurulan gizli bir örgüt gibi varlığını sürdüren The Eye, kendine güvenilir adam toplama peşindeymiş meğerse. Nick Blaine olarak tanıdığımız ve hep sessiz kalmayı tercih eden Waterford’ların Göz’ü olan karakterimiz de, bu örgüte şahsen seçilmiş birisiymiş. Şahsının replikleri de, aslında bu Gilead Devleti düşünce sistemine kendisinin ta en baştan karşı olduğunu gösterdi. Kadınlara bunu yaşatmanın yanlış olduğunu o da biliyor, her şeyin farkında. Ama görev amacıyla onaylıyormuş gibi perdelerin arkasına gizlenerek içten çökertmeye çalıştıkları bu sistemin içinde yaşıyor yine de, ne yazık ki.
Ha sahi, Nick’in ne kadar yere bakan yürek yakan biri olduğuna ne kadar değinsem emin değilim şu raddede. Halihazırda June’u fena kıskanıyor oluşu ve ona karşı büyük hisler besleyişi bir kenara; Gilead’ın dışında bir kadın çalışanla da sıcak samimiyetleri varmış meğer. Muhtemelen Waterford’ların eski hizmetçisine karşı da tıpkı June için hissettiği duygulara sahipti; fakat kadıncağızın sonu ölüm olunca bir bakıma kendini biraz daha geri plana çekti diye düşünüyorum. Bütün bunlar bir araya toplanınca, Nick’in karmaşık karakterini bir şekilde çözmeye başladık diye girdiğimiz yolda daha da kayboluyoruz sanki. İyi misin kötü mü, bir karar ver be adam!
Önceki bölümlerde hizmetçilerin toparlanıp bir isyan başlatacağı konusunda teorilerim vardı. June’un eski partneri olan Ofglen’in The Eye mensupları için söylediklerinden de uzun bir süre boyunca bu grubun aslında paralel yapı gibi bir şey olduğunu düşünmüştüm. Ama bu bölüm itibariyle biraz kafamın karıştığına kanaat getirdim. Eğer The Eye kötü değilse Ofglen’in bahsettiği o küçük çaplı organize ekiptekiler kim? Amaçları ne? Madem The Eye’ın görevi bu rezalet sistemi yerle bir ederek ülkeyi hak ettiği düzene kavuşturmak, o zaman neden bu evlere gizlenmiş Göz’lerden korkuluyor?
Tabii bu “hak edilen düzen” kavramı da biraz tartışılabilir bir nokta. Neye göre, kime göre hak edilebilir? Bütün bu soruların cevapları, aslında Margaret Atwood’un distopik ürününde mevcut elbette. Fakat yine de ne spoilerla dizi izlemek ne de yapımcıların diziye getireceği olası değişiklikleri kaçırmak istemeyiz, öyle değil mi? O yüzden her farklı bir bölümde başka bir karakteri detayıyla tanıdığımız dizide son gaz heyecana devam!
Bu Bay Waterford Nasıl Bir Manyak?
Şu an gördüğümüz önemli karakterler arasında neredeyse hiç açıklanmamış bir tek Fred Waterford kaldı, nam-ı diğer komutan. June, Luke, Nick, Serena Joy ve hatta Moira derken neredeyse herkese dair ufak tefek fikirlerimiz oluştu. Fakat gel gelelim bu Bay Waterford, işleri yokuşa sürme konusunda mükemmel biri. Zira kendisine karşı zaman zaman nötr bakarken, kalan zamanlarda ekrana tükürükler saçarak ne yaptığını sorgular oldum. Elbette bu feci cesaret gerektiren davranışlarının ardında yatan rahatlık, üst düzey bir komutan olmasından geliyor. Ya ama insan döner bir sorar; Ey güzel abim, senden büyük Allah yok mu?!
Muhtemelen kalan iki bölüm içinde Bay Waterford’un bir şekilde çuvallamasını izleyeceğiz. Yani benim beklentim o yönde. Son bölüm mü olur bu, yoksa hemen bir sonraki dokuzuncu bölümde mi olur bilemiyorum. Fakat bu Gilead Devleti’nin bir açıdan sonu gelecekse ve bu son minik isyanlarla başlamak için bu sezondan hazırlanmaya başladıysa, lütfen yıkılırken enkazın altında Fred Waterford olsun, lütfen.
Ulan June, Sen İşini Biliyorsun Ha!
Gittikçe konuşacak yeni malzemelerin tükendiği, ama bir açıdan da sezon finalinde gelecek muhtemel büyük olayları konuşmak için dizilen bu tuğlaları temsil eden her bir bölüm, aslında June’un feci güzel sözleriyle sonlanıyor. Bilmiyorum fark ettiniz mi ama, bir saatin sonlarına doğru sıkılıyor olsanız bile tam olarak final sahnesinde June’un mutlaka vurucu bir cümlesi veyahut görüntüsü fırlatılıyor üzerimize. Bundan hiç mi hiç rahatsız değilim; hatta aksine fena halde gaza geliyorum ben bu ögelerle. Çünkü her geçen bölümde azalarak tükenmekte olan June’un enerjisinden etkilenip tam biz de umutlarımızı yitirecek gibi oluyoruz ki, hoop bir cümlesi veya bakışıyla hemen o isyankar ve özgürlüğüne düşkün ruhunu hemen bize yapıştırıp gazı sonuna kadar kökleyebiliyor kadın. Bana kalırsa her bölüm sonunda karşılaştığımız bu unsur, bilerek yapılmış bir şey. Özellikle de umut verici başlayıp, ortalara doğru bunu sömüren ve nihayet sonunda tekrardan aynı umudu aşılayan bir dizi olan The Handmaid’s Tale’in yapımcıları sahiden de çok doğru yolda.
Bu konuda karakterin derinliğinin olduğu kadar Elisabeth Moss’un mükemmel oyunculuğunun da etkisi var elbette. June için sergilediği donuk performansı bir başkası yapmaya kalkışsa ya da Moss başka bir karakterde böyle oynasa, muhtemelen çok göze batardı. Ne diyebilirim ki; dizi her açıdan şahane, övgüye doymuyor vallahi!
Müzik kutusunun içindeki o balerin olmayın. Yalnızca kol çevrildiğinde hareket edebileceğiniz bir yaşamdan sıyrılmanın yollarını arayın. June’a bakın. June gibi olun.