Birazdan söyleyeceğim şeyi dile getirmek ne kadar doğru anlaşılacak pek emin değilim ama üç-beş kişi de olsa benimle hemen hemen aynı hisleri paylaşan birilerini bulma umudunu hala yüreğimin en köşesinde sakladığım için söyleyeceğim bunu. Evet, söylüyorum: Distopyaları çok seviyorum.
Bu “sevgi”, sözlükte ilk anlamıyla bulacağınız türden doğrudan bir sevgi değil. Daha çok ilgi, merak ve bilimum benzer anlamdaki olgu aslında. Çünkü distopyalar, genel olarak, kötü konseptteki gelecek senaryolarını içeren kurgulardır, değil mi? O halde benim bu “distopyaları” seviyor olmam hiç de akıl kârı bir şey olmamalı… Ama işte olay öyle değil. Distopyaları seviyorum, çünkü bu dünyalar çoğu gerçeği tokat gibi suratımıza çarpma yeteneğine sahip. Tüm zorluk ve karamsarlıklarına rağmen mücadelenin gücünü kanıtlıyorlar. Distopyalar, asla ulaşmamamız gereken bir noktayı gözler önüne seriyor. Nefret, umutsuzluk, direnme ve daha birçok duygu ile fikri aynı anda kemiklerimize kadar hissetmemizde yardımcı oluyorlar. Distopyalar, bizlere neden insan olduğumuzu hatırlatıyorlar.
Hangi örneğine bakarsanız bakın, neredeyse her distopyada “insan olmak” teması ve bunun üzerinden işlenen aksaklıklar, baskılar, mücadeleler falan vardır. Cesur Yeni Dünya‘da anne sevgisinden uzak robotik bebeklerin yetiştirilmesinden tutun, 1984‘teki kölelik sistemine ve hatta Damızlık Kızın Öyküsü‘ndeki kelimenin tam anlamıyla damızlık olarak kullanılan kadınların çilesine kadar… Her bir örnekte kan donduran detaylar, her birinde farklı bir mekanikleşme var. Otomatik Portakal‘ın bile isminde taşıdığı “insanın gittikçe mekanikleşen bir organik canlı olması” fikri, bunu destekliyor mesela. Kaçış yok; distopyaların her biri, bizlere yukarıda saydığım tüm şeyleri yaşatabilen yegane şeyler.
Damızlık Kızın Öyküsü ismiyle Türkçe’ye çevrilen ve Hulu tarafından da diziye uyarlanmış olan The Handmaid’s Tale de muhtemelen bu yüzden favorilerimden biri. Her bir yazımda bas bas bağırdığım “kitabındaki kalitenin de bir adım ötesine geçmiş” kalıbını tekrarlamaktan da asla geri durmayacağım, yineleyeyim. Çünkü öyle. Hem uyarlama ve devam ettirme açısından başarılı, hem de “distopya olmanın” hakkını verme konusunda harika.
Bu kadar uzun bir girişe ne gerek vardı diyeceksiniz belki, haklısınız da. Ancak söz konusu The Handmaid’s Tale olunca hiçbir şekilde kestirip atmak istemiyorum. Tüm duygularımı, hissettiğim haliyle, sizinle paylaşmak ve bir distopyanın gücünü kanıtlamak istiyorum. İzlemeyenler de izlesin, bu dizi hak ettiğinden de fazla değer görsün istiyorum. The Handmaid’s Tale‘i izleyin istiyorum. Evet.
İzleyin, çünkü üçüncü sezonu bir geldi pir geldi. En az ilk iki sezonu kadar kalite kokan ve saatli bomba tutuyormuş heyecanı yaratan atmosferiyle yine dizi-gazmın doruklarını yaşatmaya ant içmiş gibi üstelik, fena…
Nerede Kalmıştık?
Hatırlayacak olursanız ikinci sezonun son bölümünde June’u, kızı Nichole’ü Emily’ye emanet edip Gilead sınırları içinde kalmaya kesin olarak karar verdiği bir vaziyette bırakmıştık. Saç baş yolmuş, çıldırmış, sinirden ekranla konuşup “Yahu June, sen üç milyar yedi yüz elli milyon, sen, sen ne yaptın?!?!?” kıvamında kafayı yemiştik. Çünkü, sahiden de, hangi aklı başında insan kaçma şansını elinin tersiyle itip yine o cehennemden bozma yerde kalmayı tercih ederdi ki?
Hemen cevabını verelim: Bir anne. Evet. O anlam veremediğimiz ve üçüncü sezonu beklerken yerimizde kudurduğumuz kararın arkasında yatan sebebin, bir anne mentalitesi olduğunu geç de olsa anlamış olduk giriş bölümüyle. Çünkü June bir anneydi, kızını Gilead’de gördüğünden beri aklının hep bir köşesinde vardı bu fikir. Elbette kaçabilirdi, illa bir yolunu bulurdu; zira o bir savaşçıydı. Ama tüm bu savaşını kızı için de veriyordu. Elinde bir diğer yavrusu Nichole olsa da, buraya zorla getirilirken koynundan koparılan evladı Hanna’yı almadan hiçbir yere gidemezdi. Özellikle de küçük kızın, annesi ile karşılaştığı o bölümlerde sarf ettiği “Bunca zamandır aklında mıydım?” tarzındaki kalp parçalayan cümlelerinden sonra…
Anne Olmak Ya Da Olmamak
Açık açık söyleyeyim, önceki sezonlar kadınlar, özgürlük, yaşam hakkı ve benzeri birçok konu üzerinde duruyordu genel olarak. Ancak bu üçüncü sezon itibari ile tüm dünyayı yakmaya hazır güçlü bir anne teması işlenecek, çok net. Çünkü farkındaysanız June, Gilead içinde en çok sesi çıkan ve onca eziyete rağmen hala dimdik durabilen yegane insanlardan biri. Kim ne yaparsa yapsın yılmayan ve mutlaka hayatta kalmanın bir yolunu bulan güçlü bir kadın. Haliyle Komutan’lar veya Teyze’ler dahi ona çok farklı taktiklerle yaklaşmaya çalışıyorlar. Kimsenin gösteremediği gücü ve inatçılığı gösterebiliyor, diğer hizmetçiler boyunları bükük bir şekilde dolaşırken kendisi herkese höt höt ses çıkarabiliyor. June’un bu yanını, özellikle Komutan Lawrence ile olan irtibatı aracılığı ile, bu sezon çok daha fazla görüyoruz ve göreceğiz.
June’un bir anne oluşundan gelen ve bir zamanların meşhur Türk dizisi Aliye‘deki “çocuklarım olmadan asla” mentalitesinde attığı adımları, onu bu inatçılığı ve hayatta kalma içgüdüsünde gazlayan en önemli şey aslında. Hatta en az kendisi kadar mağdur olan diğer kadınlara (mesela Serena Joy) bile bu duyguyu verme konusunda inanılmaz başarılı. Anneliğin gücünü herkese tattırarak, hakkı olanı geri alma konusunda müthiş inatçı.
Çünkü kötülerden biri olarak tanıtılan Serena Joy’un, ilmek ilmek işlenen arka plan hikayesinden sonra gördüğümüz kişilik gelişiminde en büyük katkılardan biri de June’un, yalan olmasın. Eğer içinizden bir kişi bile Serena Joy’a karşı sempati besleyebildiyse bir nebze, bu başarının ardında June’un da payı vardır. Zaten bunu da, özellikle üçüncü bölümün son sahnesinden anlayabileceğimiz üzere, “kadın dayanışması” adı altında inanılmaz dozunda bir atmosferle bize gösterdiler.
Dozunda diyorum, çünkü birtakım aşırılıklara kaçıp yalnızca tek taraflı bir yüceltmeye girişildiği zaman, çoğunlukla o iş fazla hatırda kalmıyor. Bunu bir propagandaya dönüştürmek, asla durumu düzeltmiyor zira. Feminazilik ile feministliğin ayrımı da burada başlıyor zaten. June’un üçüncü bölümdeki “Her ne kadar istediğimiz gibi olmasa da bir kadın kültürü yarattık.” sözleri, burada bu fikri güçlendiren nokta oluyor.
Buralar Karışacak, Vaziyet Alın
Üçüncü sezonun ilk üç bölümünü tek seferde değerlendirmemin bir sebebi var. Bölümler, tek başına izlendiğinde bile dopdolu; ancak asla ayrı düşünülemeyecek kadar da birbirine bağlı. Tutup ikinci bölümün tek başına bir incelemesini yapmaya çalışsam misal, elimizdeki materyal ya önceki ya da sonraki bölümlere yönelik yapılacak yorumlardan ibaret olurdu. Çünkü The Handmaid’s Tale, hakkındaki bu doluluğu sağlarken inanılmaz bir hikaye ve karakter inşası yapıyor. Üstelik bunu yavaş ve emin adımlarla ilerletiyor.
Komutan Lawrence, Emily, Luke diye başladığımız inşa listesinde gözde isimlerimizden Serena ve Komutan Fred’e kadar upuzun bir listemiz oluyor burada. Çünkü hepsinin hikaye arkı inanılmaz ince işleniyor. Diziyi de bu kadar başarılı, hatta ve hatta kitabından da ileriye gidebildi lafını hak ettiğini gösteren şey bu aslında: Detaylar. Üç bölüm boyunca konuşacak onlarca şey varken aslında hiçbirini oturup ayrıntılı konuşamıyor oluşumuz ama bir o kadar da dolu olduğumuz için heyecanlı heyecanlı konuşma isteğimiz de bundan mesela. İki sezondur “direniş” teması bile bu yöntemle işlendi mesela. Hala kimin ne olduğundan ya da nasıl bir örgütün yapılandığından falan haberdar değiliz. Ama alttan alta aslında bunların hepsini de biliyoruz ha. Çünkü June’un hikayesini anlatan dizi, bunu ufacık ayrıntılarla dahi veriyor. Komutan Lawrence’ın psikopatça “Bunca kadın arasından beş kişi seç, kalanı ölecek.” lafını bile zeki bir şekilde özgürlükçü direniş hareketlerinin lehine kullanan June’un, birbirinden kalifiye beş kadını daha saflarına katması mesela; son derece iyi bir örnek diye düşünüyorum bahsettiğim duruma.
Son Not
Üçüncü sezonda nihayet işler kor alevlerle parlayacak gibi duruyor. Cayır cayır direniş ateşinde yanacak olan Gilead sorumlularına karşı June ve ekibi, bize inanılmaz “YÜÜRRRRÜÜÜ BEEE!” heyecanı yaşatacak diye umuyorum.
Öte yandan söylemek istediğim bir şey var. Bu sezonun başlangıcını, ilk iki sezona oranla biraz daha düşük görenlere (Emine bebeğim, selam) sesleniyorum: Hakkınızı yiyemem. Evet, özellikle ilk sezondaki gerim gerim geren atmosferin biraz daha June’un kontrolünde yumuşamış ve saldırmaya hazır kedi pozisyonunda bir hareketliliği olduğunun farkındayım. Ancak hak verirsiniz ki June’un bu inatçılığı ve dik duruşu sayesinde bu “rahatlamaya” eriştik aslında. İlk sezondan bu yana iliklerimize kadar hissettiğimiz rahatsızlık hissinin birazcık da olsa yerini mücadele ve umuda bırakıyor oluşu, bence bundan kaynaklı. Üstelik bu direniş binasının üstüne eklenecek daha çok tuğla var, karakter ve hikaye gelişimi de en az ibre kadar hızlı bir şekilde yukarılara çıkıyor. O yüzden her sezonu kendi içinde değerlendirmeye almayı, ama yine birbirinden bağımsız değerlendirmeden bir bütün olarak görmeyi teklif ediyorum sizlere. Çok mu tuhaf kaçtı bu dediğim? İronik olmasın diye çok da çabalamıştım oysa…
The Handmaid’s Tale‘i hala izlemeyenler varsa, diziyi hemen en yakınınızdaki ekranda açıp suratlarına fırlatın, çok rica ediyorum.