Öncelikle bir şeyi aradan çıkartalım; The Imitation Game ile uzaktan yakından ilgileniyorsanız muhtemelen bunun sebebi Benedict Cumberbatch. Önce Sherlock, sonra Star Trek Into Darkness, sonra da The Hobbit: Desolation of Smaug ile birlikte bir anda süper yıldızlığa uzanan Cumberbatch çok sevilen, popüler bir aktör. Üstelik yetenekli de. Onun bir dönem filmiyle Oscar’a oynuyor olması, pek çok kişiye filmi izlemeye yeterli bir sebep. O halde kilit soru şu; bu film gerçekten de sadece Cumberbatch’in karizmasının ekmeğine mi konuyor, yoksa kendi hâlinde de bir kıymeti var mı?
Filmin gerçek değerini anlamak için önce bu soruyu sormak lazım. Buradaki kastım da safi gişe başarısı değil; elbette Turing’in hikayesinin bir alımı var, fakat Harvey Weinstein’in aklında hasılattan çok heykelciklerin olduğunu görmek de çok zor değil. Hayır, burada Weinstein “Kambırbeybi bol para getirir, onu koyun filme gerisini boşverin” demiş mi dememiş mi değil soru. Buradaki soru, elimizde 127 Hours gibi “tek adamlık” bir seyirlik mi tutuyoruz, yoksa bu filmin hikayesi, kurgusu, sinematografisi, müziği Cumberbatch’ten bağımsız da bir işe yarıyor mu?
Çünkü Cumberbatch harika oynamış. Bunu tartışmanın hiç gereği yok. Dürüst olmak gerekirse, aktörü bizzat çok seven biri olarak bile çok fazla bir şey ummuyordum bu performanstan. Nedendir bilinmez, bir karakteri “soğuk, kibirli ve mesafeli” oynamak bana pek marifet gibi gelmiyor, bir aktörün gerçek sınavını uzak değil, yakın olduğu; soğuk olmanın aksine cayır cayır yandığı; kibiri bırakıp kırılgan bir şekilde yıkıldığı anlarda verdiğini düşünüyorum. Ve Cumberbatch burada bu sınavı yıldızlı pekiyilerle geçiyor.
Karakter, malumunuz, homoseksüel bir dahi matematisyen. Film hem İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların kullandığı Enigma şifreleme sistemini kırışına, hem geçmişindeki travmalarına, hem de savaştan sonra homoseksüelliğinden dolayı İngiliz hükümeti tarafından yargılanıp cezalandırılışına odaklanıyor. Cumberbatch çocukluk evreleri hariç (ki orada Alex Lawther harika bir performans ortaya koyuyor) bütün bu evrelerde Turing’in efemine kırılganlığını, camdan yapılmış sosyal kabiliyetlerine rağmen işine dair olan sarsılmayan özgüvenini muhteşem bir şekilde yansıtıyor. İlk başta gördüğünüz şeyin yine soğuk, kibirli ve mesafeli bir Sherlock varyasyonu olduğunu düşünüyorsunuz, ama Cumberbatch gittikçe sizi daha da yanlışlıyor.
Yani evet, bu film Cumberbatch için bile izlenir. Bunu geçip, filmin gerisine bakmamız gerekiyor. Norveçli yönetmen Morten Tyldum hikayesini anlatmak için ilginç bir yöntem izlemiş. Anımsayabildiğim kadarıyla diğer biyografik filmlerde buna benzer bir anlatım tarzına hiç denk gelmemiştim. Film bahsettiğim bu üç dönemi (çocukluk, 2. Dünya Savaşı ve homoseksüellik yüzünden yediği ceza) birbirine uç uca eklemek yerine, parçalarına ayırıp, sırasından çıkartarak anlatıyor. Film Turing’in sorgu odasında başlıyor, Enigma ekibi için olan mülakatıyla devam ediyor ve hemen ardından 20’lere dönüp, Turing’in çocukluğuna gidiyor. Ondan sonra tekrar 40’lara dönüyor, bir ara 50’lere zıplıyor, 20’lere geri atlıyor ve bu üç zaman dilimi içerisinde film akışını sürdürüyor.
Bu üç zaman diliminde de ayrı ve ilginç bir hikaye anlatılıyor, fakat bunların anlatış şekilleri gerçekten de hayranlık uyandırıcı. Zira üçünün de açık ettiği şeyler, verdiği bilgiler ve o an anlatmayı tercih ettiği öyküler birbirlerini besliyorlar. Film adeta 20’lerden bir doku örmeye başlıyor ve ipliği bir 40’lara, bir 50’lere daldırarak ortaya zengin bir kumaş çıkartıyor. Burada bazı sahneler filmi biraz yavaşlatsa da -bunu özellikle müziğin yer yer çok asansör melodilerine bağlamasına veriyorum- çoğunlukla yapmaları gereken görevi ifa edebiliyorlar.
Burada diğer oyuncuların performansları da çok mühim elbette. Dürüst olmak gerekirse Charles Dance çok nüanslı bir karaktere sahip olmadığından, yeteneklerini pek konuşturamıyor. Kumandan Denniston Turing’e mi kızıyor, Tywin Lannister Tyrion’a ayar mı çekiyor pek ayırt edebilmek mümkün değil. Matthew Goode da düz bir performans sergiliyor; basması gereken notalara basıyor ama çemberini pek yükseltmiyor.
Bu kumaşın dokusunu gerçekten tutturan şey, akıllıca yapılmış bu kurguya yer yer klişelere teslim olan (“Aslında seni seviyorum ama git diye sevmediğimi söyleyeceğim”) fakat genel olarak akıllıca yazılmış senaryonun haricinde, iki başarılı performans. Kambırbeybi’yi zaten bir yere koyuyorum, fakat onun karşısında filmi sırtlayan iki omuz daha var. Bunlardan biri Keira Knightley. Knightley var olduğu sahnelere resmen ışık katıyor ve bu çok kritik bir dokunuş, zira filmin tonunu onun -gerçekten- hafiflettiği sahneler çok olumlu anlamda yumuşatıyor ve seyirlik artıyor böylece.
Bir diğer önemli performans ise Mark Strong‘dan geliyor. Filmin bir noktadan sonra aldığı bir viraj var; o virajı spoiler olmaması için söylemeyeceğim. Fakat film o virajdan itibaren ajanlık / casusluk yönlerine daha sert eğilmeye başlıyor. Ve o virajda arabayı dengede tutan şey Strong’un ekranda gösterdiği güçlü varlık. Gerçekten de Strong’un performansı o sahnelerde bir çapa vazifesi görmeseydi, The Imitation Game’i “bir noktaya kadar iyi olan, ama sonra işin içine saçma sapan ajan meseleleri katan o film” olarak anımsayabilirdik.
Bu sağlam kurgu ve üç sağlam performansın arkasında, bir de Turing’in gerçekten anlatılmaya değer hikayesi olunca işte The Imitation Game ederini buluyor. Sadece Cumberbatch’in sırtında yükselen bir film değil bu. O çok önemli bir sütunu elbette, ama bu filmin başka kıymetleri de var ve görülmeyi gerçekten hak ediyorlar.