Çoğu kişinin gözünde Star Wars isminin hâlâ devamlılığı varsa bunun en büyük sebeplerinden biri olan, çoğu gündelik izleyici için ise bu evrene ilgi duymak için en bariz nedenlerinden olan The Mandalorian dizisinin ikinci sezonu devam ediyor. Biz de durmuyoruz elbette, bölümler geldikçe kendi görüşlerimizi, naçizane, sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz.

Daha önce de pek çok farklı şekilde söylendi fakat The Mandalorian’ın bu denli parlamasında, ne özellikle bu sezon ağzı iyice açılan bütçenin ne de üzerinde yazan isim, etiketin payı en büyük etken. Bir kere formül zaten tutan bir formül; önceki tecrübelerinden kaynaklanacak bir şekilde bağ kurmayan, aynı yerde uzun süre kalamayan, duygusuzca işini yapmaya koşullanmış bir ‘özel’, ‘kuvvetli’ kişinin yanına, onun kadar kuvvetli olmayan yahut öyle görünmeyen bir çocuğu verirseniz, seyirci bir şekilde bunu yer. Bu ikiliyi alıp, bir ‘yol hikâyesi‘ içerisine yerleştirirseniz maceralar devreye girer, aralarında da giderek güçlenen bağ kurgularsanız zaten empati yapmak kaçınılmaz olur. Üzerine de Star Wars etiketi yapıştırdınız mıydı, değmeyin keyfinize! İkincisi ve daha önemlisi, elimizde dünyaları kurtaran, amanın mükemmel seçilmiş kişiler ve heyhat ne dehşetli olaylar yerine; birer birer, sakince ele alınan küçük problemler ve arkasında da tutarlı bir hikâye bulunması. Epizodik denilen olay da bu değil miydi zaten? The Mandalorian bunların birleşiminde, markayla daha önce samimileşmemiş izleyiciyi dahi kendisine çekip, merak ettirme kudretine sahip bir yapım olarak yoluna devam ediyor diyebiliriz. En azından şimdilik.

Konuyu da daha fazla dağıtmadan, gelelim ikinci sezonun The Heiress isimli üçüncü bölümüne. Resimden sonrası spoiler içerecektir, uyarımızı da yapmış olalım.

Bir önceki bölümde kaldığımız yerden başladı bölüm. Bölümün genel özetinde Kurbağa Teyze’nin görevini tamamladığını, Bebek Yoda’nın bir türlü tam olarak doyuramadığımız boğazından birkaç lokma daha geçtiğini ve Mando’nun da şu andaki hâliyle aradığı hedefe iyice yaklaştığını söyleyebiliriz. Yalnız bu bölümde, sezonun ilk iki bölümü ve bir önceki sezonun tamamını da aşarak gerçekleşen, üzerine konuşulmayı da deliler gibi hak eden birtakım şeyler oldu. Müsadenizle ben kaza yapmaktan perti çıkan gemiydi, balık türlüsüydü, yavru kurbağaydı bir kenara bırakıp onlardan bahsedeyim.

The Mandalorian’ın benim gibi Star Wars markasını genelden izleyen birisi için vaat ettiği şeylerden bir tanesi, bir şekilde filmleri izleyip seven ancak evrenin ‘lore’ olarak tarif edebileceğimiz geniş ve detaylı kısımlarıyla ilgili çok fazla bilgiye sahip olmayan insanlara da içerik sunmasıydı. Bununla kesinlikle sıkı fanlara hitap etmiyor demek istemiyorum, serinin Star Wars evrenine olan bağı zaten aşikar. Anlatmak istediğim şey, dizi bu ‘lore’u, diğerleri kadar hâkim olmayan insanlara ders verecek, az-çok aşina olanların gözüne sokacak ya da tamamen hâkim olanları sıkıntıdan bunaltacak kadar uçlarda değil, dizinin seyir zevkini sağlayacak kadar vermesi.

Rahatça akla gelebilecek bir örnekle Mandalore halkının zırhları ile ilgili hassasiyetlerini, geleneklerini ve kanunlarını bize sayfalarca diyaloglarla veya ayrılmış özel bir bölümle değil, birkaç diyalogla geçirebilmeleri. Sezonun ilk bölümünde kendi yolundan birini arayan Mando’nun, Cobb Vanth karakteri başından kaskını çıkartır çıkartmaz asıl derdini unutup zırhı talep etmesiyle biz bunu anladık zaten. Başka bir şey söylenmesine gerek yoktu; adam bütün davasını unuttu, üzerine bir de zırhı alabilmek için intihar bombacısına dönüşmeyi göze aldı. Şimdi bu noktadan sonra, üçüncü bölüme vardığımızda, kendisinin neden Bo-Katan’ın grubunu görünce sorduğu ilk sorunun “Bu zırhı nerden aldın?” olduğunu da, neden yardıma ihtiyacı olmasına rağmen çekip gittiğini de anlıyoruz. Bunun için ‘lore’a hâkim olmamıza gerek yok. Hâkim olanlar da zaten kendi aradıklarını bulmuş oluyorlar.

Ancak bu bölümde ilk defa, ilk sezondan bu yana hissetmediğim bir şekilde, biraz dışarıda kaldığımı da söylemem gerekiyor. Yani, az önce iki paragrafla anlatmaya çalıştığım gibi, dizi bana, bilmem gereken her şeyi, seyir zevkini azami düzeyde tutacak şekilde veriyordu. Bu bölümde ise ilk kez ‘lore’u bilenler kadar içerisinde hissedemedim. Çünkü bariz bir şekilde üçüncü bölümdeki isimler, karakterler, bahsedilen olaylar ve şahit olduklarımız, bizi o tarafa gönderiyordu. Bunun bir sonucu olarak da bölümün çoğu noktasında bazılarımız “Ohaa, yaşasın!” diye tepkiler verirken, bazılarımız “Aa, iyiymiş” deyip geçmek durumunda kaldık. Tabii ki bu, bu bölümde olanların sonraki bölümlerde yine aynı beceriklilikle açıklanmayacağı anlamına gelmiyor ancak biz, üçüncü bölüm üzerine konuşuyoruz.

Nelerden bahsediyoruz? Tabii ki bir bomba etkisiyle üzerimize yağan Bo-Katan, Dark Saber ve Ahsoka Tano‘dan. Mutlaka çok çok daha iyi bilenleriniz var, The Clone Wars‘ı izleyenleriniz var fakat bölümü bencileyin izleyenleri de boş geçmeyelim diyorum, bahsedelim bunlardan. Sonraki bölümlere de hazırlık olmuş olsun.

Kim Bu Bo-Katan?

Katee Sackhoff‘un hayat verdiği Bo-Katan, tam ismiyle Bo-Katan Kryze, Nite Owl olarak bilinen elit savaşçılardan oluşmuş bir Mandalorian grubun lideri. Bölümde Mando’nun mensup olduğunu ilk kez öğrendiği Death Watch‘ın da yetkili bir üyesi olmuş bir zamanlar.

Mando’ya, eski usulleri devam ettirmek isteyen fanatik bir tarikatın, Watch’ın bir üyesi olduğunun söylenmesi, kendisini şu an için sadece biraz şaşırtmış gibi görünüyor fakat daha sonrasında karakter gelişimi için büyük etkileri olabileceğini düşünüyorum. Belki de sezon finalinde kendisini artık kaskını takmayı bırakmışken izleyebiliriz, ne dersiniz? Çok mu gerekli, bence hayır ama büyük de bir karakter gelişimi olurdu. Burada bahsedilen Watch’ın, Death Watch olduğunu düşünürsek belki biraz da ondan bahsetmek gerekebilir.

Death Watch, Pre Viszla tarafından yönetilen bir grup Mandalorian’ı ifade ediyor. Pre Viszla, Mandalore yasasının sembolü hâline gelecek olan Darksaber‘ın yaratıcısı Tarre Viszla’nın soyundan geliyor. Bu grup ya da terörist örgüt demeliyim belki, temelde Jedi’lar ve Sith’ler arasındaki savaşta tarafsız kalmak isteyen barış yanlısı Mandalore hükümetine karşı çıkıyor. Bo-Katan’ın kız kardeşi Düşes Satine Kryzeyi devirip, Mandalore’u eski savaşçı ve geleneksel yola çekme niyetleri var. Neticesinde barışçıl hükümetin tarafsız kalma çabalarını fırsat bilen Darth Maul, Death Watch’a yanaşıyor ve liderleri Pre Viszla’yı kendi safına çekiyor, Maul’un da yardımıyla Mandalore’u yönetmek için çabalıyor Death Watch. Ancak Maul, Sith’liğinin hakkını vererek Pre Viszla’ya ihanet ediyor. Mandalore’un sembolü olan Dark Saber’ı hakkıyla kazandığı için, Death Watch’ın büyük bir kısmı da hâliyle Maul’a biat ediyor.

Maul’un ihanetine kadar Death Watch’ın bir üyesi olan Bo-Katan ise bu ihanetten sonra Maul’un liderliğini reddederek Nite Owl’u meydana getiriyor. Olabilecek en spoilersız şekilde böyle özetlenebilirdi sanırım. En azından bunları öğrenince Bo-Katan’ın kim olduğu, Darksaber’ın niteliği ve Bo-Katan’ın neden Darksaber’a ihtiyaç duyduğu anlaşılır oldu benim için.

E, Ahsoka?

Bölümün açık ara en heyecan verici kısmı Ahsoka Tano’nun isminin söylenmesi ve Mando’nun kendisini bulmak üzere yola çıkıyor olması dersem yanılmam sanırım, değil mi? Bir sonraki bölümde Ahsoka’yı ve kendisini canlandıran Rosario Dawson‘u görecek miyiz, yoksa oraya varana kadar Mando ve Bebek Yoda’nın başına başka işler de gelecek mi, bunu hep birlikte izleyeceğiz artık. O vakte kadar Ahsoka Tano’yu merak edenleri de yukarıdaki güzide Kimdir? bölümümüze davet ediyorum.

Bir Küçük Şikayetim de Yok Değil.

Yaratıcı ekibi, yönetmeni, senaristleri, oyuncuları; hepsini ayrı ayrı ve de birlikte yeterince övüyoruz. Boşluklar bırakmadıkları için mutluyuz, bölüm sonu konseptleri efsane, müzik zaten en başından harikaydı. Daha birkaç cümle önce, dizinin epizodik yapısını, anlatımda tercih ettiği yolu kendi ağzımla övdükçe övdüm. Şimdi burada hakkını teslim ediyoruz da hoşumuza gitmeyenleri neden söylemeyelim, değil mi?

İlk sezonda karakterimizi tanıyor, onun, kendi geçmişinden getirdiklerini tanıyor ve en başından biz de onunla birlikte bir gelişime şahit oluyorduk, burası tamam. Bebek Yoda’nın dâhil olduğu denklemde, bu iki karakter arasında, daha birlikte oldukları ilk sahnedeki dokunuştan itibaren bariz bir baba-oğul ilişkisi kurulacağını da gördük. Nitekim önceki bölümün incelemesinde de yazdığımız üzere, bu yolda da güzel bir şekilde gelişim gösteriyorlar. Fakat Mando’nun üzerine biraz daha eğilmeleri gerektiğini de düşünüyorum. Nedenini açıklayayım.

Yanına, emanetine bir çocuk verilmiş, görevine de aşırı sadık biri var karşımızda. Bununla empati kurmak kolay ve zaten bölümlerin yazımı da bunun farkında olarak şekilleniyor. Şimdi, ben, bir oyunda yanımdaki NPC’yi korumam gerektiğinde bile genel oyun tarzımı değiştiren insanım, illaki Mando da böyle yapacak, değil mi? Her şey bir yana, çocuğun güvenliği bir yana diyen Mando’yu görüyoruz; planlarını ona göre şekillendiriyor, dostunu düşmanını ona göre belliyor. Kendini onun için feda ediyor, hamlesini çocuğa göre hesaplıyor. Yine de bir önceki bölümde, Bebek Yoda’yı gözü kapalı, hem de birden çok kez emanet ettiği kadının, “Yanına da Kurbağa Teyze’yi al, ben kefilim” demesi üzerine kırk ayrı soru soran aynı Mando, handa karşısına çıkan ilk ahtapotun peşine gemiye biniyor; yetmiyor bir de “Gel azıcık canavara yanaş, yeğen de görsün eğlensin” sözünden hiç işkillenmiyor. O da yetmiyor, gece kuytuda aynı ahtapotun pususuna düşüyor. Ben de hâliyle diyorum ki bir karar verelim, bu adam “Hazırsam her türlü alırım zaten” diye gezdiği için mi her yere destursuz girebiliyor yoksa yanında bir çocuğun sorumluluğuyla temkinli bir insan mı, soruyor, hazırlığını yapıyor.

Bir öyle bir böyle oluşundaki problem, en azından epizodik yapının korunması, Mando’nun ana göreve giden yolda bir görev daha alması yahut yolunun kesişmesi gereken bir karakterle bir şekilde tanışması için ister istemez başvurulan kolaycılıkları işaret ediyor. Meksika Açmazları ve son dakika çözümleriyle ilgili genel bir problemim yok ama her bölüm her bölüm de olunca tat kaçırmıyor da diyemiyorum kendi adıma. Belki de bu kadar güzelliğin arasında kusur arıyorumdur, bilemiyorum. Yazın, biraz da böyle sorgulayayım, olmaz mı?

Dank Farrik! 

Eh, bayağı da uzun bir yazı oldu, bölüm de sevilmeyecek gibi değildi, bitirelim artık. İçimde bir kırgınlık, Bebek Yoda’nın türlü şirinliklerinden, tüm sevenlerinden özür dileyerek Bo-Katan’ın çocukcağıza attığı bakışlardan azıcık rahatsız olmamdan, gariban Stormtrooperların hayatlarında ilk defa isabetli atış yapmalarına rağmen şanslarına bizim gelişmiş Beskar zırhlı gözüpek Mando’nun düşmesinden ve daha bir sürü, bir sürü şeyden bahsedemedim.

Bu bölüm Bo-Katan’ı son görüşümüz asla değil, Ahsoka ve Sabine ile yakın zamanlarda tanışacağız, Darksaber Moff Gideon’da, Cara Dune’u bu sezon içinde tekrar göreceğimizi biliyoruz, öte tarafta Fett ne zaman olaylara girecek diye soruyoruz. Şimdilik bildiklerimiz ve kuyrukta bekleyenler bunlardan ibaret sanırım. Gerisi için sözü, yorumlar kısmına her zamanki gibi davet ettiğimiz sizlere bırakıyorum.

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.