Oyun nedir?
Yazıya damardan girdiğimin farkındayım, belki daha hoşbeş bir cümleyle başlamalıydım. Belki kalın yazılan, tırnak işaretleri içerisinde, yer yer italik bir mizansenle çerçevesini çizmeliydim yazının. O mizansende “Yağmur acımadan dövüyordu yanaklarımı...” gibi cümleler olur, yazının genel tonunu çizerdi. Ardından da yazının içerisinden bir anahtar kelime seçer, asıl meseleye o zaman gelirdim. “O yağan yağmur gibi bir oyun var elimizde…” diyebilirdim mesela. Yazının sonrası sabun gibi kayıp giderdi. Ya da belki; yağmurda ıslanmış bir sabun gibi.
Ama hayır. Mesele bu damar soru, bu kafa patlatan terim tartışması. Oyun nedir? Oyun, içerisinde oynadığımız şeyin sınırlarıyla birlike çizilen alan mıdır? Yoksa ikinci bir opsiyon, karşısında oynadığımız şey midir oyun? “Abi oyun bir noktadan sonra senin çok güçlenmene izin vermiyor” cümlesini hiç duydunuz mu normal hayatınızda? O cümledeki “oyun” sanırım az önce çizdiğimiz resmin ikinci kısmına tekabül ediyor. Başka tabiriyle “bilgisayar” (örnek cümle: “Bilgisayar çok rastgele düşmanlar sunabiliyor bazen karşımıza”), eğer daha havalı gözükmek istiyorsanız da tercihen “CPU“. Ama “bitiremediğimiz”, “keyif aldığımız”, “sıkıldığımız” şey bu değil kesinlikle, o daha çok ilk tanımın sınırları içerisinde yer alıyor.
Yani asıl sormak istediğim şey; biz mi oyunla oynuyoruz, yoksa oyun mu bizimle oynuyor?
Stanley Parable iç açıcı bir şekilde bu soruyu soruyor ve sordurtturuyor bize. Oyunlarda gerçekten özgür müyüz? Oyunlara güvenebilir miyiz? Oyunu reddedebilir miyiz, inkâr edebilir miyiz? Önünüzde iki kapının olduğunu hayal edin. Oyun size sola gitmenizi söylüyor. Sağa gidin. Oyun size ufak bir moladan sonra yolunuza devam etmenizi, önünüzdeki kapıdan sola dönmenizi söylüyor. Düz gidin. Oyun size asansörü terk etmemenizi söylüyor. Aşağı atlayın. Oyun size bir odaya girip, orada durup, mutlu olmanızı söylüyor. Başka bir odaya gidin ve intihar edin. Sonra bir daha. Ve bir daha. Az önce ne yaptınız? Oyuna meydan mı okudunuz? Oyunun içinde kalarak mı yaptınız bunu? Oyunun bunu yapabilesiniz diye modellediği odaların içinden geçip, bunu yapabilin diye hesapladığı düşme hasarını tekrarlayarak mı yaptınız? Yani oyunu oynayarak mı çıktınız oyundan?
Oyun nedir hakikaten? Bunu tanımlayabildik mi sektörün doğup ergenlik çağına geldiği 30 sene içerisinde? Stanley Parable buna bana kalırsa net bir cevap veriyor. Oyun, senin oynadığın şey değil, seni oynayan şeydir. Sen oyunun piyonusundur. Gerçek anlamıyla. Oyunun belirlediği kurallar dahilinde hareket edersin, oyunun belirlediği kurallar dahilinde yaşar, ölür, öldürür ve kazanırsın. Stanley Parable bunların hepsini tek bir kontrol mekanizmasına bağlıyor. Bütün makineyi kuran, dilerse birkaç alternatif yol tasarlayarak seçim ilüzyonu veren, dilerse onu da bahşetmeyen bir meta-varlığa. Yaratıcıya.
Ve Stanley Parable diyor ki, siz oyunlarda özgür değilisiniz. Tek yaptığınız, Stanley’nin ofisteki herkesin kaybolduğu ana kadar yaptığı şey. Ekrandaki emirleri görüp, gereken butona basmak. Siz oyunlarda oynanıyorsunuz, o butonlara basıyorsunuz ve o butonlar sizi bir yere götürüyor. Ne özgürlük gerçekten “özgürlük“, ne de kaçış gerçekten “kaçış“. Ama, diyor Stanley Parable, siz bu oyunları bu yüzden oynamıyorsunuz. Siz bu oyunları oynarken öncelik sıranıza özgürlüğü koymuyorsunuz. Koyduğunuzu dile getirseniz de gerçek özgürlüğün oyundan çıkmadığınız sürece yaşanamayacağını biliyorsunuz. Siz bu oyunları kaçmak için oynuyorsunuz. Gerçek hayatta ekrandaki emirleri görüp gereken butonlara bastığınız hayatınızdan; ekrandaki emirleri görüp, gereken butonlara basıp Hyrule‘a, Albion‘a, Cyrodiil‘e, Los Santos‘a, Steelport‘a gittiğiniz hayatlara kaçmak istiyorsunuz. Oyundan kaçmak için yapabileceğiniz tek gerçek şey oyunu terk etmek. Gündelik hayatınızdan kaçmak için yapabileceğiniz tek gerçek şey ise oyun oynamak.
Stanley Parable bunları diyor. Bunları, sektör olarak “Citizen Kane”‘imizi beklediğimiz bir anda söylüyor ve hâlen oyunların Citizen Kane anını bekleyen eleştirmenlere tokat gibi iniyor adeta. Oyunların meta düşündükleri zaman ne kadar zeki, çarpıcı ve çekici olabildiklerini yazıyor eline ve tokatı bir defa daha vuruyor. Oyunların “Citizen Kane anı” eğer olgunlaşmayı temsil eden bir ansa, geldi ve geçti. Ama eğer oyunların “Citizen Kane anı” diye bir şeyden söz ederken her şeyi değiştirecek bir şablonun bulutları yarıp bilgisayarlarımıza inen bir mesihmişçesine ışık saçarak gelmesinden söz ediliyorsa, o tokat bir daha iniyor. Oyunların şablonlara ihtiyacı yok. Oyunların sıkıca takip edilmesi gereken kılavuz kitaplarına danışılarak yapılması gerekmiyor. Oyunların zira birbirlerinden de kaçış olmaları gerekiyor. Aynı Stanley Parable’ın gri ve kahverengiye boyanmış “modern” oyunlardan bir kaçış sunması gibi.
Sizi bilmiyorum, ama Stanley Parable’ın oyunlar hakkında bir şeyler söyleyen en eşsiz oyunlardan biri olduğunu düşünüyorum. Ve Stanley Parable’a baktıkça, filmlerin “auteur” teorisine ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu da fark ediyorum oyun dünyasında. Ama sanırım ona girersek, bambaşka bir yazıdan çıkmamız gerekebilir.
1 Comment
Pingback: FauxPlay Senenin Oyunları, Senenin En İyi 6 Oyunu | Geekyapar!