Katman derken bahsettiğim şeyi de biraz açmak gerekirse; “If everything changes, nothing changes.” sözünün etrafında dönen hafif ideolojik söylemler bütününü, ve pop şarkıcısı olan Red’in sesinin çalınmış olmasındaki potansiyel alegoriler/okumaları bir kenara bırakırsak – ki kabul edelim, pek kaydadeğer şeyler söylemeyen ve oyunda pek önem sahibi olmayan yan dertler bunlar – Transistor’ın anlatısında üç tane ana katman söz konusu.

transistor13

Bunlardan birincisi, yüzeye en yakın olan ve en somut eğlenceyi sağlayan katman, oynanış. Şahane dövüş sistemi ve modüler zorluk ayarlarının da yardımıyla, oyuncuyu hiçbir zaman zorlamadan bırakmayan, aşılması inanılmaz keyifli engeller sunan bir oynanış bu. Belki pek çoğunun bu noktadan ilersini umursamayacağı kadar önde ve ortada, fakat belki de umursamasına gerek kalmayacak kadar da iyi ve tatmin edici bir deneyim var burada. Amma velakin, işler burada bitmiyor.

Bunun yanında bir de, en ön kısmında Cloudbank’in durduğu, en arkasında da gerçekdışılık hislerinin gezindiği bir ütopya anlatısı var. Belki katmanların en gerisinde, en kendi halinde ve kendini göstermeden takılan, ama sırf varlığıyla bile oyunun muhteşem estetiğinin salt estetik olmaktan çıkmasını ve anlam kazanmasını sağlayan bir anlatı bu. Cloudbank’in 1900’lerin ortalarından Avrupa şehirlerinden parçalarla oluşturulmuş olmasını bir kalemde açıklayan, sunilik hissini yayan burası.

Aralarında ise beni en çok vuran, bu yüzden giriş paragrafında da bir değinip kaçtığım, kontrol meselesi var. Sesini kaybeden ve dünyası yıkılışa geçen Red’in pasif olmayı kabullenmemesi, Transistor’la birlikte kendi yolunu çizmeye yeltenmesi, bu esnada Camerata’yla ayrı, onların başımıza sardığı Process’le ayrı uğraşması – Red’in dünyasını kontrolü altına alabileceği ilk fırsatı değerlendirip Transistor’a sahip çıkması…

Yani, etraf yıkılırken, hiçbir şey senin kontrolünde değilken, etrafın kendisini kontrol edebilen bir alet çok değerli bir hale gelir senin için. Bütün mücadele bu zaten. Bütün macera bu. Ve Red’in oyunun sonunda Transistor’la birlikte The Country’e gitmeyi seçmesinin sebebi de bu. Transistor’ı bir güç öğesi olarak görmek, bir Tek Yüzük benzeri gereç yerine koymak yerine (başka bir deyişle güce bağlanmak yerine) Transistor’ın kendisine bağlanıyor Red. Ve Cloudbank’in kaderini umursamadan, oyunun sonunda bize sormadan yapıyor seçimini.

transistor14

O kadar yol geldikten sonra oyunun bu seçimi bana bırakmaması çok garip gelmişti ilk başta. Formül ortadaydı çünkü. Aynı Bastion’da olduğu gibi soracaktı: Cloudbank’i yeniden mi inşa edersin, yoksa the Country’e mi gidersin? Ben yine Country’i seçerdim. Geçmişi bırakıp geleceğe bakmayı seçerdim. Bastion’da olduğu gibi. Fakat Supergiant Games’in bunu bana sormamasına şaşırmıştım.

Ama biraz daha düşününce, Transistor’ın bu seçimi oyuncuya bırakmayarak çok daha iyi bir oyun ve çok daha bütünlüklü bir eser olduğunu görmek mümkün. Çünkü yaptığı neredeyse her şeyi hayatını kontrolü altına almak için yapan bir karakterin, geriye kalan vaktini Cloudbank’i yeniden inşa etmeye yatırmak yerine sevdiğiyle başbaşa geçirmeye karar vermesi çok daha makul ve mantıklı bir adım – diğer tercih belki de oyunun bütün anlatısına ters düşebilirdi. Ama bu haliyle, her şey yerli yerinde, ve tam.

Böylelikle oyun boyunca özenle işlenen bu katmanlı ve kişisel anlatı, hiçbir şeyi “varlığı sebepsiz” bırakmadan sona ermeyi başarıyor. Ve ben de geçen haftaki incelemede emin olamadığım puandan
artık emin bir şekilde bu yazıyı bitiriyorum.

Transistor, konuşmaya değer.

transistor15

1 2
Author

Oyun tasarlar, yazar, garip sesler çıkarıp müziğini yapar.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.