Ata sporları desem, neler aklınıza gelir? Okçuluk, güreş, kılıç-kalkan gelir mutlaka değil mi? Biraz daha saysak cirit gelir, binicilik gelir; az biraz ilgi duyanınız varsa tepük de gelebilir… Peki, gökbörü desem, kafanızda bir şey canlanır mı? Çöğen, tuluk, tomak, matrak? Bunlar hakkında bir fikriniz yoksa doğru adrestesiniz! Spor temalı yazı dosyamızın ikinci yazısında, daha önce belki adını bile duymadığınız ata sporlarımızdan bahsedeceğiz.
Tabii yine yazıya girişmeden önceki uyarı fasıllarımızı ihmal edemiyorum. Türklerin tarih boyunca yapmış ve yapıyor oldukları bütün sporları yazamayacağımız için aradan seçmece yapacağız. İşin içine seçim girince, belirli ölçütler de girmek zorunda kalıyor. Burada da iki temel ölçütümüz var: Birincisi, adını olabildiğince az duyma ihtimaliniz olan sporlar olsun ki bir anlamı olsun; yoksa burada Türkler okçuluk yapmış demek bize ne katabilir? İkincisi bazı kaynakların spor, bazılarınınsa başka türlü ele aldığı avcılık ve benzer minvaldeki etkinlikleri işlemeyeceğiz. Zira bunlar da, bir başka yazımızın konusunu oluşturacaklar – tabii siz bana uzun zamandır istekle beklediğim gibi başka bir konu önermezseniz (burada aşırı üzgün surat ifadesi var, o şekilde düşünün). Son olarak sıralamayı da yaygınlık yahut oynanabilirlikten ziyade kafama göre yapmaya karar verdim çünkü neden öyle yapmayayım? Siz hepsine baktıktan sonra beğendiklerinizi sıralayıp bana yollayın ama öyle daha güzel olur.
1) Çöğen (Polo)
Bazı farklı yörelerde çöğân, çevgân, bandal, çukanyon, tûy yahut tubuk isimlerle de bilinen bu takım sporu, özünde bir binicilik faaliyetidir. İşin özünde binicilik olduğu için geniş ve düz bir alanda gerçekleştirilir. Sahanın iki yanında diklemesine kurulmuş kaleler bulunmaktadır. Bazen de sadece bir kaleyle oynanabildiği bilinmektedir.
Oyun alanı belirlenmek için alan kenarlarına ve kale taşlarının arasına bir çizgi çekiliyor, bazen de bir ip geriliyormuş. Meydanın ortasına, söğüt ya da akçaağaçtan yapılmış ayva büyüklüğünde, üzeri deri kaplı bir top koyuluyor, bu topun adına da gûy deniyormuş. Hepsi atlı olan eşit sayıdaki iki takımın oyuncuları, ellerinde 1.20 cm boyunda, uçları kıvrık çöğen adı verilen sopalar taşıyorlarmış. Oyunun ismi de buradan geliyor hâliyle.
Amaç, tahmin edilebilecek bir biçimde sopaların yardımıyla iyi paslaşıp topu rakibin eline –tabiri caizse rakibin sopasına- kaptırmadan rakip kaleden içeriye sokmak. Oyunun sonunda en çok sayıyı yapmış olan takım, daha önceden ortaya koyulmuş olan bir ödülün de sahibi oluyormuş. Atını rakip takımın atına çarptırmak, rakip atının önünü kesmek, sopayla rakibi yahut rakibin atını dürttürmek de hâliyle kural dışı hareketler olarak görülüyormuş.
Sadece erkeklerin değil kadınların da oynadığı bilinen ve polonun bir çeşidi kabul edilebilecek olan bu sporda, binicilik ön planda olduğu için atların da büyük bir önemi bulunuyormuş. At ile binici arasındaki iletişimin ve uyumun kuvvetli olması için uzun süreli antrenmanlar yapılması gerekiyor; bu oyunda becerikli olan atlar da genellikle tıknaz, yere yakın ve oldukça değerli oluyormuş.
Son olarak Dede Korkut’ta da çevgân ismiyle geçen bu oyunun aynı ekipler arasında ikinci kez oynanmasına “öceşme” deniyormuş, bu da “öç alma” tabirinin eskiden beri ne gibi anlamlar taşıyarak bu güne ulaştığını göstermesi bakımından güzel bir bilgi bence.
2) Gökbörü (Oğlak Oyunu)
Diğer isimleri kökkeri, kökperi ve gökböri olan bu oyun, kökenini din ve gelenekten alan, Türklere özgü bir spor dalıdır. Özü itibariyle eski totemlere dayanan dinsel bir törendir ancak zamanla bir spor dalına dönüşmüştür. Halkal adı verilen çizilmiş bir çember içinde oynanan oyunda amaç, alanın ortasına koyulan doldurulmuş bir oğlağı rakiplerden önce yakalayıp, at üstünde çemberin etrafında bir tur atabilmektir. Halkalın bir diğer isminin “adalet çemberi” oluşunu da dikkatinize sunmak isterim.
Kesilen oğlağın içi çıkartıldıktan sonra karnına ot tıkılıyor ve tekrar dikiliyormuş. Bazen de oğlağın başı ve ayakları kesiliyor, içi de boş bırakılıyormuş. Yine de oğlağın her halükarda en az kırk kilo ağırlığı olduğu, araştırmacılarca söyleniyor. Biniciler yani sporcular, aynı uzaklıktan atlarını dörtnala oğlağa doğru koştururken eyerden kayarak oğlağı yerden kapıyor ve eğerinin önüne yerleştiriyormuş. Diğer biniciler de oğlağı kapan atlının peşinden koşup, turunu tamamlamadan önce yakalamaya çalışırlarmış. Oğlakla birlikte bir tam tur atabilen binici bir sayı kazanıyor, sonra oğlak tekrar yere bırakılıyor ve oyun böylece devam ediyormuş.
Yalnız oğlağı kapan binici bunu yaparken sol elinde dizgin, sağ elinde de bir kamçı tutmak zorundaymış; oğlağın da kırk kilo çektiğini düşünürsek bu pozisyonda at sürmek bayağı bir zor olsa gerek. Nitekim bu esnada atların yuvarlandığı ve binicilerinin zaman zaman öldüğü de oluyormuş. Uygurlar zamanından beri görülen bu sporu, Özbek Türkleri üzerinde hendekler ve su dolu çukurlar bulunan bir arazide yapıyorlarmış. Gökbörünün kapsamında aynı zamanda araziye göre binicinin önüne çıkan bir nehri yüzerek geçmesi de varmış.
Yoksul veya zengin, her kesimden insanın katılabildiği bu oyunun yakın tarihlere kadar Anadolu’da Ödül Kapmaca adıyla oynandığı da bilinmekte. Bence aile büyüklerine bir sormak lazım. Ayrıca bu oyun kolbörü ismiyle düğünlerde de görülüyormuş. Gelin tarafı oğlağı vermemeye çalışırken; damat tarafı da kaçırmak için çaba harcıyormuş. Yakın zamanda evleneceklerin aklında bulunsun, dünürler birbirine girsin diye biçilmiş kaftan!
3) Tuluk
Osmanlı Anadolu’sunda görülen Tuluk, oldukça ilginç bir spor. Oyuncular iki ayrı grupta toplanıyorlar; bir gruba Tulukçular, diğer gruba ise Keçiciler adı veriliyor. Oyunun asıl elemanları Tulukçu grubu, Keçiciler bir nevi yan oyuncu durumundalar.
Şöyle ki, Tulukçular oynarken Keçiciler, oyuncularla izleyicilerin birbirine karışmalarını önlemek, oyun sırasında değişik sesler çıkartarak oyunun heyecanını artırmak ve izleyicileri eğlendirmek gibi işleri üstleniyorlar. Keçicilerin giysileri de ilgi çekici olurmuş, başlarına uzun keçeden bir külah takarlar, yüzlerini değişik şekillerde boyarlar, bedenlerine de uzun kıllı keçi derisinden yapılmış bir tulum giyerlermiş. Tulumlardaki uzun keçi kıllarına çıngıraklar asılırmış. Sonra bu hâlde ellerinde sopa ve çuvaldızlarla oyunculara yapılabilecek olan müdahaleleri önleyip, gerek giysilerindeki çıngırakları sallayarak gerek de başka yöntemlerle garip sesler çıkartırlarmış. Böyle bir şey neden var, inanın bilmiyorum.
Oyunun yan görevlileri olan Keçiciler böyleyken, asıl oyuncu Tulukçular çok mu normal bir iş yapıyorlardır sizce? Onlar da tulum hâlinde çıkartılmış bir keçi derisini şişirmekle meşgul oluyorlarmış. Şimdi gözümüzde canlandırıyoruz; 10 – 15 çift insan, karışık bir biçimde iki grup hâlinde karşı karşıya geçiyor, ellerinde şişirilmiş keçi derisinden tulumlar var. Bu tulumları aralarına koyup birbirlerine değil, tulumlara vuracak şekilde hızlı bir boks maçına girişiyorlar. Yanlışlıkla tulum kayar da birbirlerine yumruk atarlarsa, izleyici kalabalıktan sevinç ve heyecan dalgası içerisinde bir kahkaha yükseliyor. Haddinden fazla yumruk yedikten bir süre sonra herkes, kendi gücüne denk bir rakiple eşleşiyor ve hızlı boks maçı devam ediyor. Bütün bu süre zarfında da bunların etrafında kıllı vücutlarından çıngıraklar sallanan ve garip sesler çıkartan insanlar dolaşıyor.
Oyun sırasında birbirine karışan çıngırak, yumruk, gülme ve bağırma sesleri kilometrelerce uzaktan duyulabiliyor, bazen insanlar yumruklamaktan bileklerini kırabiliyorlarmış. Oyunun bitişi ise oyuncuların tek tek rakiplerini attıkları yumruklarla yere düşürmeleriyle mümkün oluyormuş. En sonda ayakta kalan iki kişi oluyor, hâliyle oyun da bir final havasına bürünüyor; bunlardan da diğerini deviren nihai galip ilan ediliyormuş.
Sizi bilemem ama ben bu hadiseye canlı canlı şahit olmak isterdim!
4) Matrak
Bu spora, düzenli biçimde yapılan ve biraz da dansa benzeyen bir tür eskrim denilebilir. Arapça matrak yahut mıtrak sözcüğü, “değnek, sopa, talimci şişi” gibi anlamlar taşıyor.
Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde verdiği bilgilere göre matrak genellikle şimşir ağacından labut biçiminde yapılıyor, cilalanıyormuş. Ancak labuttan biraz daha büyük ve ağırmış. Oyuncuların bir elinde yastık, diğerinde de labuta benzeyen az önce tarif ettiğimiz bu tahta kılıçlar bulunuyormuş. Rakipler, ellerine birer matrak alarak meydana çıkıyorlar ve birbirlerine değmeye çalışıyorlarmış. Atak sırasında sık vuruşlarla rakibe yaklaşılıp geri çekiliyor ve sonra sıra karşıdakine geçince savunmaya geçiliyormuş. Oyunun asıl amacı ise labutu rakibin başına vurabilmekmiş, yastık ise bunu engellemek için savunma amaçlı olarak kullanılıyormuş. Atak, savunma ve geri çekilme üçgeninin arasında bu oyunun bayağı bir çeviklik gerektirdiğini söylememe gerek yoktur sanıyorum ki.
5) Tomak
Tomak aslında anlamı altı ve üstü yumuşak deriden yapılan, kısa konçlu ve topuksuz bir çizme türü. Bu türden çizmelerin çok daha eski zamanlarda Türkler tarafından tepük oynarken giyildiği biliniyor.
Osmanlı’da Saray çevresinde oynandığı bilinen tomaka aynı zamanda “Vuku-ı Luab-ı Tomak” ya da “Vuku-ı Tomakbâzı” da deniliyormuş. Bu sporu yapanlara ise Tomakçı diye hitap ediliyormuş ki şu anda olsa cidden talihsizlik. İçi kar keçesi ile sıkıca doldurulmuş, doldurulan tarafı yassı ve kamçı biçiminde örülmüş ve bir tutma yeri yani sapı bulunan tomak topu ile oynanıyormuş bu oyun. Amaç ise tomak topunu tutup rakibin sırtına vurmak, savunma ve ataklar sırasında da çeviklik ve beceri göstermekmiş. En can alıcı nokta ise seri vuruşlarla rakibe “pes” dedirtmekmiş.
Genellikle mesire yerlerine topluca gidişlerde, Saray çevresindeki Gülhane, İncili, Çinili ve Mustafa Paşa gibi köşklerin önündeki meydanlarda oynanan bu oyun, Yeniçeri Ocağı’nın idman programı arasında da yer alıyormuş. Saltanat Binişi’nde bu oyuna katılacak olanlar, padişah önünde sıraya dizilir, başlarında da boynunda tomak toplarının içinde bulunduğu torbasıyla başçavuş bulunurmuş.
Oyun, Çavuş’un “Çek” demesiyle sona erer, oyun süresince de saz takımı müzik çalarmış. Padişahlar ve devletin ileri gelen yöneticilerinin bu oyuna ilgi duydukları da bilgilerimiz arasında. Önce tuluk, sonra tomak; Osmanlı insanının eğlence anlayışı üzerine daha derin araştırmalar yapmak istiyorum.
Bonus – Tepük
Az önce tomakı anlatırken adı geçti, yazı serimizin şuradaki ilk yazısı da futbol ile ilgiliydi; o yüzden beş maddelik düşündüğüm yazıya bir de bonus koyalım, Türklerde futbol konuşalım istedim.
Tepük, pek çoğunuzun bildiğini düşündüğüm şekliyle futbolun Türkler arasındaki ismi. Hatta aşağıda kaynağını da vereceğim şekilde, günümüzde oynanan futbolun Türkler tarafından bulunduğunu, diğer bir ifade ile futbolun beşiği olarak bilinen İngiltere’nin yerini Türkiye’nin aldığı görüşünün ağırlık kazanmaya başladığını iddia eden araştırmacılar var. Kendi adıma bu iddialarla ilgili görüş bildirmiyorum, konumuz da bu değil zaten.
Tepükten ilk olarak Kaşgarlı Mahmut, Divân-ı Lugat-it Türk’te, Türklerin oynadığı bir oyun olarak bahsediyor. 16. yüzyılda kaleme alınmış başka bir eserden ise tepük oynanırken topa ayakla vurulduğunu ve topa el ile dokunmanın yasak olduğunu öğreniyoruz. Bu kurallar, günümüzde oynanan futbol ile birebir olduğu için, yukarı paragraftaki iddialara zemin oluşturmuş olabilirler.
Türklerde top oyununu Türk kadınlarının da oynadığı biliniyor. Kadınların dünya genelinde 1880 yılına kadar futbol oynayamadıkları düşünüldüğünde, bu konuyla ilgili Türk toplumunun kadına verdiği değeri gösterir minvalinde yorumlara da rastlayabiliyoruz.
Çeşitli yorumları bir kenara bırakırsak, tepük, kaynaklardan destekleyebileceğimiz şekliyle çok öncelerden beri Türkler arasında yapılan bir spormuş. Ayrıca farklı kaynaklarda Türk hakanlarının savaşa gitmeden önce savaşın neticesini tayin etmek için futbol maçı yaptıkları, oyunun sonucuna göre de savaşın nasıl sonuçlanacağını öğreneceklerine inandıklarının bilgisi yer alıyor. Yani tepük, bir takım sporu olmanın yanında birtakım doğaüstü güçlere de bağlanan bir etkinlik mahiyeti taşıyormuş diyebiliriz.
Modern şekli olan futbolun ise ülkemize gelişi ise çok daha sonrasında oluyor. Bugüne kadar elde edilen belgelerden, Osmanlı topraklarında ilk futbol maçlarının 1875 yılında Selanik’te yapıldığı anlaşılmaktadır. 1877 yılında ise, İzmir’in Bornova çayırlarında futbol oynanmaya başlanmıştır. O dönemki ülke sınırlarımız içinde kurulan ilk futbol takımı 1901 yılında Siyah Çoraplılar (Black Stocking) oluyor, bunu ilk Türk futbolcuları Fuad Hüsnü Kayacan ve Selim Sırrı Tarcan’ın yetişmesi ve 1904 yılında İstanbul Futbol Ligi’nin kurulması izliyor. Sonra 1903 senesinde Beşiktaş Jimnastik Kulübü, 1905’te Galatasaray ve 1907’de de Fenerbahçe spor kulüpleri kuruluyor.
Buradan sonrası, futbolla ilgili olan herkesin malumudur diyerek lafı fazla uzatmıyorum. Hiç bilmeyenlere ise ipucu, 2000’li yıllara gelindiğinde ülkemizde neredeyse her ilin ve hatta her ilçenin kendisine ait bir futbol kulübü olmuş oluyor.
Kaynaklar
- Ayhan Dever, Spor Sosyolojisi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2015.
- Bayram Aladanlı ve Ünal Çördük, Futbol Tarihi ve Sporda İlkler, Yeşil Elma Yayıncılık, İstanbul, 2009.
- Doğan Yıldız, Çağlarboyu Türklerde Spor, TeleBasım, İstanbul, 2002.
- Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lugat-it Türk, Cilt 1.
- Türk Futbol Tarihi, Cilt 1, Türkiye Futbol Federasyonu Yayınları, İstanbul, 1992.