Üç gün önce 1984 ek başlığıyla izleyiciyle buluşan Wonder Woman’ın ikinci filminin, henüz yedisi çıkmadan üçüncüsünün geleceğine dair bir haberi, bu sayfalardan sizinle paylaşmıştık. Henüz hakkında Patty Jenkins‘in yönetmen koltuğuna, Gal Gadot’un da rolüne tekrar döneceğinden başka bir şey bilmediğimiz bu üçüncü filmin duyurulmasının ardından, istedim ki sizinle Wonder Woman hakkında biraz sohbet edelim. Ancak peşinen söylemem gerekiyor, size vaat edeceğim şey bir sohbet yazısıdır, bir inceleme yazmak maksadıyla oturmadım yazının başına. Mutlaka ki çeşitli mecralarda kare kare, sahne sahne analizler, çizgi romanlarla karşılaştırmalar yahut daha farklı şekilde filme yönelecek dikkatler olacaktır, bir noktada Geekyapar bünyesinde de bunlardan bahsedilecektir fakat benim amacım bu değil.
Bir inceleme yazısından bahsetmediğimiz için spoiler almaktan korkmanıza gerek yok. Fakat film hakkında çok genel de olsa bir şeylerden bahsedeceğimiz için, eğer filmi henüz izlemediyseniz ve en ufak bir bilgi bile zevkinizi etkileyecekse resimden sonrasına devam etmeyin. Zaten ne olursa olsun, sohbetimizin saikleri açısından filmi izlemiş olmak daha iyi olacaktır sanırım.
Wonder Woman 1984 ismiyle görücüye çıkan filmin, yaklaşık olarak ilk bir saati ile sonraki yine yaklaşık olarak bir buçuk saati, bana göre birbirini tutmayan iki ayrı iş gibi değerlendirilmeye müsaitti. Bu yazıyı bir sohbet niteliğinde yazmak istememin nedeni de budur. Filmi izleyen ve hakkında çeşitli mecralarda fikir beyan edenlerin de sanırım hemfikir olacağı üzere bu film, 80’ler ve 90’ların başındaki süper kahraman filmlerinin, hatta sadece tür özelinde değil, genel olarak o zamanın sinema filmlerinin yeni bir uyarlaması olmak istiyordu. Sadece bir önceki Wonder Woman filmindekine benzer şekilde kostümler, tasarım ve üzerine hikâye oturtulan olaylar açısından bir dönem estetiğinden bahsetmiyorum; çekim tarzı, anlatma biçimi ve sinemanın çeşitli ögelerinin kullanımından, bütünden bahsediyorum. En azından filmin yaklaşık ilk bir saati için böyleydi ve kendim başta olmak üzere pek çok kişinin de burada kalsaydık, bu tercihe bir itirazı olacağını düşünmüyorum. Herkes için tabii ki konuşamam fakat kendi adıma o dönemlerin, kendisini çok da ciddiye almayan filmlerini bayıla bayıla, bugün bile tekrar tekrar izliyorum denk geldikçe.
Wonder Woman 1984, tam olarak bir önceki cümlelerimde açıklamaya çalıştığım sebeplerle ilk bir saatiyle benim kalbimi kazandı. Barbara’yı tanıyışımız ve Diana ile sohbetlerinde Mel Gibson’lu Kadınlar Ne İster?‘i, Diana’nın dileği ve Steve’in hikâyeye dâhil oluşunda Jan Reno’lu Çılgın Konuklar‘ın ilkini, başka bir beden meselesinde de belki biraz 2009 yapımı 17 Yeniden‘i ya da onun türevi, beden çaprazlamalı bir sürü filmi hatırladım. Bir tane sihirli nesneye bağlı gelişen, zaman yolculukları gibi biraz zorlasak bilimsel temele oturtabileceğimiz olaylar ve neticesinde bu olayların altında verilen, tek kollu, aileyle izlemeye müsait güzel bir mesaj. Kastettiğim şeyi anlamışsınızdır sanırım. Bunların hepsini bana hatırlattığı için, belki biraz nostaljiden belki de gerçekten sevdiğim bir tarz olması sebebiyle filmden ümidim o ilk saatte çok yüksekti. Sonra bir noktada, kendi vermek istediği güzel mesajı, insanlık için büyük olabilecek küçük meselesini beş gömlek aşan bir hâle geldi film; yeniden, küçük değil, büyük dünyaları yaratan tanrıların dev gibi meseleleriyle çarpışmaya başladık. Buradan sonra film, bir sonraki adımını düşünmeden yükseldikçe yükseldi, izlemek tatsızlaşmaya başladı ve beklenebileceği gibi, yükseldiğimiz yerde de kaldık. Neticesinde ise ortaya ilk bir saati ile sonraki yine yaklaşık olarak bir buçuk saati, bana göre birbirini tutmayan iki ayrı iş çıkmış oldu. Buraya tekrar döneceğim.
Tam bu noktada size birkaç soru yönlendireyim. Wonder Woman’ın hem karakterin kendisi hem de karakterin pazarlanışı, tanınışı gereği herhangi bir çizgi romandaki herhangi bir karakterden, söz gelimi New York’ta kendi kendisine otururken üç-beş mahalli suçlu yakalayıp, insanlığa faydası dokunsun diye uğraşan görece tanıdık bir kişiden daha üst kalibrede olayların ortasında resmedildiğinin, bunu arayanlara hitap ettiğinin elbette ki farkındayım. Ama açık yüreklilikle soruyorum; tanrısal ve insanüstü özellikleriyle galaksiler kurtaran karakterleri işleyen binlerce filmden sonra, arada sırada bu karakterleri, kendi iç meseleleriyle uğraşırken, yalnız başlarına bir küçük maceraya çıkarken izlemekten hiç zevk almıyor muyuz? Böyle bir hikâye, gerçekten o kadar kötü mü olurdu?
Benim bu iki soruya sırasıyla verdiğim cevaplar, artık, asıl böyle hikâyeler izlemekten zevk almamız gerektiği ve böyle hikâyelerin tümüyle iyi olmasalar bile kötü olmadıkları yönünde. Cevabımı destekleyeceğim örnekler de yok değil; neticede hepimiz, dünyayı ele geçirme planları yapan ninjalar devreye girmeden öncesine kadar Daredevil’ı ayıla bayıla izledik. Haydi o zaten küçük çaplı olsun; Logan örneği, eleştirilen tüm yönlerine rağmen diğer X-Man filmlerinden ayrılışıyla önümüzde. Deadpool, komedi cephesinden böyle bir hikâye anlatıyordu, başarısı ortada. Man of Steel, sanırım Kara Şövalye‘lerden sonra çıkan neredeyse tüm live-action yeni DC işlerinden iyi eleştiriler aldı. Demek ki neredeyse bütün bir çizgi roman evrenini, sonra da yetinmeyip dördüncü duvarı yıkmasına dayandığı gücüyle gerçek edebi şahsiyetleri falan öldüren bir karakteri “Düşmanlarına korku salan müthiş güçlü kahraman” olmanın ötesinde, espriler yapıp bizi güldüren bir şekilde, kendi tek bir meselesiyle uğraşırken izlemekten zevk alabiliyoruz.
Wonder Woman 1984’ün o bahsettiğim ilk kısmı, böyle bir film olacak gibiydi. Steve’e gerçek manada veda edememişti Diana. Onu son gördüğümüzden bu yana, zaten ilk defa adım attığı Dünya çok daha fazla değişmişti. Muhtemelen bu yeni dünyada tanıştığı ve bağlandığı Steve dışında kimsesi de yoktu, filmde Asteria’yı aradığını söylüyordu mesela, belki tanıdık, kendisini anlayan bir yüz için olabilirdi bu arayış. Bir tanrıça ya da en az o kadar güçlü olmanın getirisi, daha önce de bu türlerde pek çok kez izlediğimiz, okuduğumuz üzere farklı olmayı, uyum sağlamakta zorlanmayı, büyük gücün büyük sorumluluk yüklemesini ve işin açığı, kendisi omuzunda dünyaları taşırken kendinden olandan başka bir dayanacak omuz bulamamayı içeriyordu. Bakın, ne kadar insanî şeylerden bahsetmeye başladık, doğrudan dâhil oluyoruz hikâyeye. Çünkü muhtemelen hiçbirimizi radyoaktif örümcekler soktuktan sonra Mısır tanrıları falan ziyarete gelmeyecek ama muhtemelen hepimizi bir gün, bir şekilde, zor zamanımızda bize yaslanan omuzlara olan ihtiyacımız saracak.
Bu eksende düşündüğünüzde, böyle tanıdık ve insanî bir hikâyenin içinde, 1984’teki Barbara ile Diana’nın ilişkisi anlamlı olacak, eline bir fırsat geçtiğinde neredeyse içgüdüsel olarak Steve’i geri getirmek isteyen Diana’nın durumu daha mânâlı gelecek; Diana’nın bu fırsata verdiği tepkiler ve kendi içerisinde yaşadığı çelişkiler bir amaca hizmet edecek ve karakter, kendisine bizden de katarak daha da gelişecek. Sonucunda Diana bir karar verdiğinde, bir fedakârlık gösterdiğinde, ne kadar zor bir işin altından kalktığını hepimiz takdir edeceğiz. Evet, bu hikâyeyi ilk izleyişimiz olmayacak fakat belki, Carter’ın Kaptan’a veda edişinde olduğu gibi, oturup ağlayacağız bile.
Bana kalırsa Patty Jenkins, böyle bir hikâye yazmak ve böyle bir film çekmek amacıyla yola çıkmış. Gal Gadot’un, yönetmenin Patty Jenkins olması şartıyla yeni bir filme evet diyeceğini beyan etmesi de, filmin ilk kısmının genel atmosferi de bundan geliyor. Fakat bir noktada, birileri sanki, “Bu bir Wonder Woman filmi. Bir Wonder Woman filminde insanlık yok olma aşamasına gelmeli ve Wonder Woman da o insanları, diğer insanların kafasına kafasına vurarak, gerekirse füze atarak, sonra bir de Çita döverek kurtarmalı” demiş ve filmin ikinci kısmı ortaya çıkmış. Bundan azami düzeyde memnun olan varsa, “Aman iki saat şalteri kapatalım” dışındaki nedenleriyle birlikte dinlemek isterim.
Yazının başına otururken amacım bir inceleme yazmak olmadığı için, ne zırh mevzusunun bir yere bağlanmamasından ne Cheetah karakterinin başına gelenlerden ne ana kötünün eksik motivasyonlarından ne sonunun anlamsız kalışından ne de daha bir sürü sayılabilecek boş, yer yer saçma ve yer yer kötü şeyden bahsetmeyeceğim. Hatta her ne kadar istesem de bence filmdeki en güzel şeylerden biri olan Doğruluk Kemendi’nin kullanılışından da bahsetmeyeceğim ki gerçekten Wonder Woman isminde bir karaktere yakışan, süper kahraman dövüşüne farklı bir tat ve bakış katabilecek sahneler yer alıyordu altın renkli kemerin kurdele gibi büküldüğü yerlerde. Bunlardan bahsetmek yerine, ilk bir saatinde hissettirdiği gibi bir film olabilecekken kaçan bir fırsatla başbaşa bırakıyorum kendimi.
Filmi izleyenler için, açık yüreklilikle tekrar ediyorum sorumu: Diana’nın Wonder Woman olarak kendini gerçekleştireceği yolda, Steve’e duyduğu aşkın yarattığı bazı çelişik durumları, üzüntülerini, tecrübelerini, gitmek zorunda olduğu yolu tercih edişini izlemek; nükleer füzelerle dolu yağmalanmış New York sokaklarındaki insanları “İyi olmak en güzel hediyedir, dürüstlük en güzel dilektir” minvalindeki bir mesajla aniden normale döndürmekten daha iyi olmaz mıydı? Bu film, misal bir 90’lar romantik komedisi tadında ilerleyerek, diğer bir sürü çok ciddi, amanın nasıl karanlık ve de büsbüyük süper kahraman filminin yanında, stand alone bir Wonder Woman hikâyesi anlatsaydı, çok mu kötü olurdu? Bence filmi kurtarmak için ikincisini tercih etmek yeterli gelebilirdi. Nitekim az önce de söylediğim gibi, en başında niyet belki de buydu, sonrasında farklı rotalar tercih edildi.
Önümüzde, hem bir şey hem de aynı anda başka bir şey olmaya çalışan herhangi bir filmin beklenen sonu gibi, ne o tarafı ne bu tarafı memnun edemeyen bir film duruyor. Birini seçip kendi kendine, en azından günahı ve sevabıyla dik durabilecek bir film olabilirdi, kaçan fırsat bu. Bu noktadan sonra ise hepimize birer müzik dinleme platformu açıp, “Mutluluktan haber ver dilek taşı” dinlemek kaldı. Siz ne dersiniz?