Her insanın hayatında iz bırakan birkaç albüm vardır. Bu albümler bazen sinsidir, gizliden ikrar alırlar ruhunuzdan. Bazen de etki bırakacakları daha ilk notalarından bellidir. Belki bir dönüm noktasıyla eşleştiği için unutulmazdır. Belki de albümün kendisi yaratmıştır dönüm noktasını. Durumu hissiyata değil, hissiyatı duruma sirayet eder. Müzik o kadar güçlüdür ki, siz ona uyum sağlar, onun ritminde akmaya başlarsınız.
Soundgarden‘ın Superunknown‘u böyle bir albüm işte.
Bugün müzik dünyası ve genel olarak güzel şeylerden hoşlanan insanlar olarak Chris Cornell‘i kaybettik. Amerikalı müzisyen Detroit şehrinde verdiği bir konserin hemen ardından henüz sebebi belirlenemeyen bir şekilde vefat etti. 52 yaşındaydı. Arkasında devasa, çoğu müzisyeni imrendirecek bir kariyer bıraktı. Çünkü gerçekten, herkese nasip olmayacak bir hayattı Cornell’inki.
Amerika’da her şeyin başladığı ve bittiği yer olan Seattle’da, 1964 yılında doğdu. Annesi muhasebeci, babası eczacıydı; ama nasıl bir ebeveynlik tarzı benimsedilerse yetiştirdikleri altı çocuktan dördü müzisyen oldu. Cornell, bu kalabalık ailenin içine kapanık ortanca çocuğuydu. İnsanlarla konuşmakta zorluk yaşıyor, kaygı çekiyordu. Çok hoş bir Seattle sabahı, komşusunun evinde terk edilmiş bir Beatles plak koleksiyonu buldu. Plakları döndüre döndüre dinlemeye başladı, ve orada olsaydınız muhtemelen bilirdiniz, rock and roll hayatını kurtarmıştı.
Gidişat olarak Cornell ilk başta her taze müzisyenin rotasından geçti. Bir cover grubu vardı, sonra cover grubundan arkadaşlarıyla yeni ve özgün bir projeye giriştiler. İlk başta Cornell aynı anda hem davulu çalıyor, hem de vokal görevini üstleniyordu. Ancak iki kulağı olan herkese Cornell’in ne kadar iyi bir vokalist olduğu malum olduğundan, kısa süre sonra bir davulcu kattılar gruba, Cornell sadece vokale geçti. Sonrası bildiğiniz hikayeler: Demo kayıtları, mixtape’ler, küçük çaplı konserler, kadro değişiklikleri…
Sonra garip bir şey oldu. 90’lara girizgah yaptığımız o günlerde Cornell’in de bir parçası olduğu Seattle müzik sahnesi dünya tarafından takip edilmeye başlamıştı. Soundgarden, Alice in Chains, Pearl Jam ve elbette Nirvana ile birlikte çok şeyi kırıp, başka biçimde yerine yapıştıran grunge akımının önderlerinden oldu. 1991 yılında yeni kadrolarıyla Badmotorfinger‘ı çıkarttılar. Albüm uluslararası bir başarıya ulaştı.
Cornell sonradan bir rockstarın yapabileceği her şeyi yaptı. Grubu dağıttı, solo albüm çıkarttı. İkinci solo albümüne hazırlanıyordu ki vokalistsiz kalmış olan Rage Against the Machine üyelerinden telefon aldı. Gitti, deneme kaydı yaptı. Oluşan kimya o kadar iyiydi ki hemen kayda başladılar. Cornell çok az kişiye nasip olan bir biçimde iki farklı rock grubunu dünya çapında arenalarda taşıma şerefine nail oldu. Audioslave, kısa ömründe bize Cochise, Like A Stone, Original Fire gibi mükemmel hitler bıraktı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Cornell bir de Bond müziği yapma onuruna erişti, Daniel Craig’li dönemin ilk filmi Casino Royale’in unutulmaz You Know My Name‘iyle iz bıraktı cümlemize.
Ama işte, bütün bunlar var. Bir de Superunknown var.
Superunknown, paçalarına kadar kudretle dolu bir albüm. Bunu başka nasıl anlatabilirim bilmiyorum. İlk tel titremesinden, son ritmine kadar karşınızda olan şey bütün bir parça, yek, sert, su geçirmez. Bu albüm ilk saniyesinden son saniyesine kadar nerede olması gerektiğini biliyor. Aynı yerde durmuyor, aynı istikamette seyretmiyor, devamlı ilerliyor ve devamlı değişiyor; bir saniye dünyanın sona ereceğinden emin bir yenilmişlikle havayı seyrederken bir sonraki saniye durmaksızın koşmak istiyorsunuz. Ama bütün bunları birbirine bağlayan bir enerji, bir bağ var. Bir güç bu, doğal bir afet kadar kaçınılmaz. Senden daha ulu bir şeye bakmak gibi yani, sanat işte.
Çünkü mesela Superunknown‘dan Head Down‘a geçişi kotarabiliyor olmasının başka bir açıklaması yok. Kafanı patlatacak kadar hızlı bir ritmden, gorili ürkütecek hacimde bir vokalden bir anda kırk ve bozuk bir kalbe iniyor Soundgarden. Bunda Kim Thayil‘in sonsuz meziyetinin de büyük payı vardır elbette. Ama ben en çok, bugün kaybettiğimiz adama bağlıyorum bu tutarlılığı.
Çünkü Superunknown, ekseriyetle Chris Cornell tarafından yazıldı, bestelendi ve okundu. Demo kayıtlarında albüme yön veren Cornell’di. Yetmişlerde bodrumunda Beatles plakları dinleyen içine kapanık çocuk yaptı o albümü, içine kapanık geçirdiği o yılların birikimiydi dışa vurulan. Sonraları Cornell’in müziğiyle ilgili verdiği röportajlarda görebiliyordunuz bunu. İlgisini, alakasını, tutkusunu. Cornell, dünyaya bu albümü yapmak için gelmişti. Yapmakla yetinseydi bile bugün saygı için ayaklandırırdı bizi. Ondan sonra yaptığı her şey, üzerine anıt oldu.
Samimiyetle, tüm içtenliğimle, müziğinin dokunduğu içine kapanık yüzlerce milyon çocuk adına, her şey için teşekkürler Chris Cornell.
Times are gone for honest men // Sometimes far too long for snakes
In my shoes, a walking sleep // And my youth I pray to keep
Heaven sent hell away // No one sings like you anymore