Yazar: Bilal Alevli
Bugün klavyenin karşısına oturdum ve sizlere izlediğim birkaç diziden bahsetmek istedim. Öncelikle şunu söyleyeyim, bu dizilerin dünyanın en iyi dizileri oldukları gibi bir iddiam yok. Ama içlerinden birçok iyi hayat dersi çıkarılacağından eminim. Ben hepsini izledikten sonra bir kişilik daha kazandım, dünyama bir pencere daha ekledim. Belki sizin de dünyanıza bir pencere eklerler. Şimdi yazımı beğenmeniz ve önerilerimi izlemeniz dileğiyle ilk dizime geçelim. Birazcık spoiler bulunabilir, demedi demeyin.
Yaratıklar Da Şiir Okurlar: Penny Dreadful
Dizi benim için çok farklı bir yerde öncelikle bunu söylemeliyim. Oyunculuklar, senaryo ve prodüksiyon zaten efsane. Ama diziden genel olarak bahsetmek yerine, bir karakter üzerinde yoğunlaşacağım. Karakterimiz Caliban ya da sizin bileceğiniz tabiriyle Frankenstein’ın canavarı.
Dizide ilk kez birini öldürürken görüyoruz onu, bir can alırken. Zaman ilerledikçe nedenini anlıyoruz. Sevmeye başlıyoruz hatta fazla seviyoruz. Diziyi bitirdiğimde bölümleri tekrar izledim. Onu gördüğümüz ilk bölümde Caliban’ın aslında o karakteri öldürmediğini, onu kurtardığını anladım. Kendisinin çektiği acıları çekmesini istemedi. Düşünsenize sizden korkan bir yaratıcınız var, sizi yaratık olarak gören bir toplumdasınız. Acı çekiyorsunuz.
Peki Caliban bu duruma nasıl dayandı? Nasıl hayatta kaldı? Onu ne hayatta tuttu? İşte çıkardığım ders burada başlıyor. Onu hayatta tutan şey edebiyattı. Ona hayatı öğreten, hissetmesini sağlayan, ona adını veren şey. Onu kötü bir yaratık olmaktan alıkoyan şey. Bu diziden önce edebiyata önem vermeyen biri değildim elbette ama bu diziyle onun bir ilaç olduğunu öğrendim. Onun sayesinde hayata tutunabileceğinizi, onun sizi iyi biri yapabileceğini, Caliban’a adını verdiği gibi size bir kişilik verebileceğini öğrendim. Bu yüzden önerdim bu diziyi, edebiyatın bu dünyaya bir insan kazandırabileceğini öğrendiğim için.
Evet, hız kesmeden ikinci dizimize geçelim.
Her Melek Kuş Yutar Mı: The OA
Bu diziyle ilgili söyleyeceğim ilk şey iptal edilmiş olması. Dizi ölümle, daha doğrusu ölümün belirsizliğiyle ilgiliydi. Diziden çıkardığım ders de tam anlamıyla dizinin kendisiyle ilgili değil, izleyicileriyle alakalı. Dizide kuş yutarak kazanılan bir beceri var. Bu beceri bir tür dans. Bu dansa ister huzur bulma/içe dönüş deyin ister bir dua, bir ayin. Önemli olan gerçek anlamı değil zaten izleyicilerin ona kazandırdığı anlam.
Diziyi izleyen birçok kişi bu dansın onlara gerçekten rahatlık verdiğini iddia ediyor. Buna katılmıyorum dersem azıcık yalan söylemiş olurum ama sanırım nedenini de biliyorum. Umut etme. İnsanlar umutlu varlıklar. Yarından, gençlerden hatta kendilerinden umutlular. Bu iyi bir şey gibi görünse de tam tersi aslında. Bir süre sonra sadece ümit ediyoruz. Ümit ede ede bir dizideki danstan rahatlamaya muhtaç kalıyoruz.
Ama en kötüsü, bir şeylerden o kadar çok ümitliyiz ki artık ümit duyulan şey olmaktan vazgeçiyoruz. Biraz karamsar bir çıkarım ama dizi gerçekten efsane. Çıkarılacak yüzlerce de pozitif ders var. Ufak bir uyarı da düşeyim, eğer diziyi izlemeyi düşünürseniz önce dizinin yazılış sürecini inceleyin derim. Biraz araştırın, o zaman daha da keyifli oluyor.
Mahallede Duvarlar Saydamdır: Şaşıfelek Çıkmazı
Öncelikle söylemem gerekir ki ben 2001 doğumluyum. Yani o zamanları hiç görmedim. Ama eski aşığı biri olarak çok araştırdım. Ve tabii küçük yerde doğan herkes gibi o zamanların atmosferini çok hissettim diyebilirim. Atari de oynadım Tetris de. Ve evet, dışarıda arkadaşlarımla top da oynadım. Kendimden bu kadar bahsetmek yeter, gelelim dizimize:
“El âlem denilen bu şekilsiz mahluk neden benim hayatıma karışıyor.” Sanırım diziyi önermemin en temel nedeni şu replik. El âlem. Hayatta büyük rol oynayan; bize neyi nasıl, ne zaman veya kiminle yapacağımızı söyleyen şekilsiz mahluk. Aslında el âlem denilen şeyi hiç kafaya takmadım bu yirmi yıllık hayatımda ama kafaya takan çok insan gördüm. Özgürlüğe karşı toplumun yücelttiği şey olan el âlem, aslında bu dünyadaki en büyük katil, yalancı, hırsız, tecavüzcü ve gaspçı. Çünkü bize dayatılan rolleri yaratan bu yapı. Bizi ayıran, ötekileştiren kötü bir varlık el âlem.
İşte dizinin efsane noktası da bu el âlem denilen yapıya karşı sergilediği duruş. Dizi, el âleme “Senin istediğin rollere uymayacağım, dayattığın ahlaki kurallara boyun eğmeyeceğim” diyor. Bunları söylerken çok zorlanıyor ama asla yılmıyor. Dizinin diğer iyi yanlarından biri ise insana, herkesin bir kusuru olduğunu, her bölüm yüzlerce kez göstermesi. İşte dizi aslında bize şunu söylüyor; insan, başkalarını konuşarak değil içe dönerek, kendisine bakarak insanlaşıyor. Tabii ki oyuncuları da es geçmeyelim, Derya Alabora’ya özel bir alkış isterim. Aysel karakteri efsane bir kadın. Ve Türk dizi külliyatına böyle bir karakter kazandırdığı için diziye teşekkürü borç bilirim.
Fazla Güçlü Bir Ergen: The Legend of Korra
Aslında The Last Airbander’ı daha çok seviyorum. O karakterlerle daha fazla bağ kuruyorum. Onu izlerken daha çok motive oluyorum. Ama Korra’nın ondan daha iyi olan bir yönü var. Ve bu yön bu incelemeyi yazmamda önemli rol oynadı: Kötü karakter.
Evet, Ateş Kralı Ozai çok iyi yazılmış bir karakter ama faşist diktatörlere herkes karşı gelir. Oysa fikirlere karşı gelmek yürek ister. Korra, kötü karakterleriyle işte bunu başarıyor. Bu serideki kötü karakterlerin hepsi bir fikri destekliyor, bazılarımızın gerçek hayatta desteklediği fikirleri. Yani o karakterlerin hepsi aslında aynı alanı paylaştığımız insanlar. Gerçekler. Dizi bize tam olarak fikirlerin değil, insanların kötü olduğunu gösteriyor. Ayrıca yaşları büyük karakterleri izlemek çok eğlenceliydi.
Böylece yazımızın sonuna geldik. Unutmayın, bunlar benim çıkardığım dersler. Belki sizin de bu dizilerden çıkaracağınız başka dersler vardır. Okuyarak, izleyerek, araştırarak yaşayın. Sağlıcakla kalın.