Aslında Holmes-Watson ikilisinden beri biliyoruz, dedektiflik iki kişilik bir iştir. Öyle ya eksantrik dedektifin anlaşılması için tercümana ihtiyacı vardır. Ancak milenyumla birlikte pikselli polisiyelerde bir dönüşüm yaşandı. Şık noir filmlerin karizmatik dedektiflerinden, ofis masalarında sabahlayan pasaklı dedektif çiftlerine transfer edildik. Şimdi iki karmaşık beyinle aynı anda uğraşmamız gerekiyor. Yine de lehimize bir durum söz konusu; çoğu senaryoda dedektifler, partnerlerini suçlulardan daha çekilmez bulurlar. Eh, kaosta bereket vardır.

Bu birbirlerinin hayatına zoraki kilitlenen dava insanları, bazen senelerce iki bedende tek kafalı bir prosedürü yürütmek zorunda kaldıklarından, birbirlerinin jest ve mimiklerinden yansırlar. Az da olsa sevinçlerini ve sonsuz sayıdaki hüsranlarını partnerlerinin açık yaralarına gömerler. Dedektifi dedektiften daha iyi anlatan da beri gelsin! Açtığımız dosyada üçüncü durağımıza geldiysek madem, bitişi geçen başarılı polisiyelerimizi hatırlayıp çatışmalı çiftlerimizi başucumuza yeniden iliştirmeyelim mi? İzlemeyenlerin içi rahat olsun, bahsettiğim yapımlarda odağım tamamen dedektiflerin üzerinde kalacak. Ha bir de yıl sırası gözetmedim, sıralama yaparken birbirlerinde bıraktıkları etkinin yoğunluğunu baz aldım.

Mindhunter

Suç, işlenmeden önce suçlunun ve toplumun pis işidir. İşlendikten sonraysa suçlunun dedektife attığı düğümdür. Peki, kirli zihni çözümlemek için katillerin kendisinden daha birincil bir kaynak olabilir mi? Mindhunter 2017’de ilk sezonuyla Netflix’e geldiğinde, polisiye kurgunun akademik seyir zevki vardır gibi yepyeni bir tez sunuyordu izleyenlerine. İlginç içerikli tezde dedektiflerin araştırma sahası, katillerin zihinlerindeki artıklardı. Bu özgün proje dedektiflerimiz Bill Tench ve Holden Ford’u tepetaklak etmeyi başardı.

Karakter başarısını üzerine kaşeleyen Jonathan Groff tarafından canlandırılan Holden Ford, iyi niyetli olsa da alkış seviciliği yüzünden berbat açıklamalar yapan dedektif olarak çıkmıştı karşımıza. Aynı zamanda takım elbisesinden kuvvet alarak, sevgilisiyle kurduğu bağı dahi işinin ayrıntılarıyla boğmayı seven bir boşboğazdı. Ama katilleri konuşturacak kelimeleri bilirdi. Mağdurlarla kurduğu bağ da ona metot dışına çıkma azmi veriyordu.

Holt McCallany’nin olgunlukla can verdiği Bill Tench ise tam bir aile babasıydı. İşinin stresini golfle uzaklaştırıyordu ve bürokratik ilişkilere hakimiyeti göz kamaştırıcıydı. Bill kendine saklamayı seçer, Holden ise susmayı bilmezdi. Bu yüzden Holden işin omurgasını inşa eden parlak çocukken, Bill yukarıdakilere hesap veren sorumluya dönüştü. Biricik Anna Torv’umuzun karakteri Wendy Carr çalışmanın analizini doğrulturken de, dedektiflerimiz için her şey kontrol altındaydı. Sadece sınırları aşırı zorlandığında kendi psikolojilerinde oluşacak çatırdamaları hesaba katmamışlardı, o kadar.

Holden, katillerle kurduğu bağda kaybolarak narsisizm bataklığına son sürat daldığında realitenin baskın geldiği Bill arkasından çekildi ve Holden yeryüzüne sert düştü. Düştükten sonrası onun soğukkanlı meraklılığına özenen Bill için hayal kırıklığıydı. Çünkü zaten kimseye anlatamadığı duygusal darbeleri vardı, üstüne Holden’ın dengesizliğini yüklenmek zorunda kalmıştı. Ne yazık ki kısmen Wendy’e açılabilen Bill, bir süre sonra aile hayatındaki huzurundan da oldu. Gelinen aşamada Holden panikten Bill aşırı sabrından dolayı denge noktasını yitirmişti.

İkinci sezonun sonuna doğru yaptıkları tartışma uzun süredir gerilen bir yayı serbest bıraktı. Ancak dizi üçüncü sezona ilerleyebilseydi eminim, daha fazlasını da görecektik. Bu vesileyle içimde kalan yapımlar mezarlığına gömülen diziyi güzelim senaryoya niye kıydınız diyerek anmak da istiyorum.

Bill ve Holden işleri farklı halleden, zihinleri farklı çalışan dedektifler olsalar da bir noktada farklılıkları, kaderlerini benzeten şeydi ve haddinden fazla açığa çıkmanın da kapalı kalmanın da zararları olduğunu ikisi de acı şekilde deneyimledi.  

True Detective

Zamanın çarpıklığıyla yüzleşme vaktidir. Nic Pizzolatto’nun yazdığı ve başrollerini Woody Harrelson ve Matthew McConaughey’ın taşıdığı True Detective’ın, geleneksel polisiyelerin saltanatına tsunami etkisi yaratan ilk sezonu yayınlanalı 10 sene olmuş. Bu, efsanenin üzerine doğan çocuklar okuma yazmayı çoktan çözdüler demek. Bizim için acıklı bir şey olsa da zamanın kaprisi dizinin alım çalımından hiçbir şey kaybettirmedi. Hala ilk sezonunun ağır havasıyla oluşan devasa ününü koruyor ve kulaktan kulağa vay be ne yapımdı nidalarıyla şatafatlı antik diziler arasında kendine yer ediniyor.

Çünkü yani açılış ekranının sakin kasaba havasını opera salonuyla buluşturan tarzından tutun, işlenen cinayetlerin korkunçluğunu ve araştırılası mitlerini geçin, geriye yine de enfes bir dizi kalıyor. Dedektifler Rustin Cohle ve Martin Hart’ın boğazlarına kadar kendi dertlerine battıkları kısımlar yeter. Laf aramızdan sakın çıkmasın ama bilirsiniz, polisiye kurgunun ana kahramanları, biraz geçimsiz tipler. True Detective bu geçimsizlik intibaının üzerine kat çıkıyor.

Rust, işine takıntılı bir dedektif olarak odasının duvarlarını dahi boş bırakırdı. Normal diyaloglarla arası yoktu. Sorularla gelenlere kendini nihilist yakıştırmalarla açıklar; sigara, alkol ve uyuşturucu dahil tüm bağımlılık tuşlarına basardı. İş arkadaşlarından çok aldığı notlarla vakit geçirdiğinden ona Taxman diyorlardı. İçlerine sızdığı motosiklet çetesindeyse Crush demişlerdi. Yakışıyordu da bu isim fırtınalı gelgitlerine. Uğruna akıl sağlığını katlettiği görevi uykusuzluk kazandırmıştı belki ona, belki de trafik kazasında kaybettiği çocuğundan kalan yasıydı. Ne yaparsa yapsın Marty’nin eşi Maggie’ye göre o iyi bir adamdı. Arada bir çocuk dendi mi bam teli atıyordu ya onun dışında içerisinden dalgalanan durgun bir suydu Rust.

Marty ise önüne konan tüm piyangoları doğru doldurmuştu. Dışarıdan vitrine koy satar denilecek aile hayatına ve alkışlanan konuşmalarla dolu bir kariyere sahipti. İnsanları idare etmesini becerdiğinden politik tampon olma görevi ona düşüyordu. Yalan nasıl satılırı bilirdi. En azından yakalanıncaya kadar. Şakacı, sosyal kelebek olarak hiç büyük bir yazığa dönüşmedi belki ama Rust’la birlikte boğazına kadar çamura daldığında elimizde bir pişmanlık kaldı.

Rust, Marty’nin sahip olduklarına özeniyordu ve onun kıymet bilmezliği tepesini attırıyordu. Sona varıncaya dek hiç ateşkesli bir ilişkileri olmadı. Aydınlık ve karanlık arasındaki çizgide birbirlerine paraleldiler oysa. İçlerindeki boşluğu, arzu ve korkularını sakınmasalar belki daha çok anlaşabilirlerdi. Ya da Rust, Marty’le ortak olmasaydı Marty tipik banliyö adamı havasıyla daha yıllarını geçirebilirdi. Ama birine tutulan ters ışık, diğerini açığa çıkarttı.

Memories of Murder

Bong Joon Ho adını tüm batı medyasına öğretmeden önce, 2003 yılındaki ikinci filmiyle emsalsiz bir iş yaratmıştı bile. Başrollerinde Song Kang-ho ve Kim Sang-kyung’ un enteresan performanslar sergilediği polisiye film, Güney Kore’nin 2019 yılında ancak bulunan seri katilinin peşindeki iki dedektifi takibe alıyordu. Anlatacağım çift diğerlerinden farklı, onlar birbirlerine doğru depar atıp ters yönde bitirdiler koşuyu. Biri batarken diğeri çıktı.

Çok kusurlu, haylaz yerel dedektif olarak tanımlayabileceğim Park Doo-man, başta metot bilmeyen haliyle davayı çıkmaz yollara soktu. Sahte delil yaratmaya çalışıp işkenceyle ifade alacak kadar koftu. Ve sezgileriyle suçluyu gözünden yakalama iddiası şovenizminin cabasıydı. Ama işte tıpkı Holden Ford gibi hatta ondan da fazla şeytan tüyüne sahipti. Bu tüyler o ekranda göründüğü her an bizi gıdıkladı ve onu zeki ama çalışmıyor klişesinden öğrenen, gelişen pozisyonuna rahatça kaydırdık.

Seo Tae-yoon ise Seul’den bu dava için gönüllü gelen, idealist ve işin eğitimini almış dedektifimizdi. Daha gelir gelmez, okumuşun hali bir başka dedirtip yanlış toparlanan delillere müdahale ederek günü kurtarıyordu. Ancak davada sapa yollara daldıkça, Seul’den bakıldığında göze görünmeyen kırsal gerçekleri ve imkansızlıklar tıkamaya başladı içini. En son dağılmış vaziyette, elini silaha uzatırken bulduk onu. Kim bilir belki de masum bir adamın ahını alırken hem de. Şüphe, kırsalda dedektifin yegane aracı ve gerçekten de iğneyle çamur kaldırmak zor. Seo bunu kabullenirken öte yandan Park, gelenekselliğini yıkıma uğratan bu adamla beraber gözlerde suç aramayı bıraktı. Gözler pek ala aldatmayı bilir.

Seo kınadığına dönüşürken dava kapandığında Park, aile babalığını seçerek iş değiştirmiş halde karşımıza çıktı. Anlıyoruz ki en azından kurguda, stabil aile hayatıyla mesleklerini bir arada sürdürmenin yolunu bulamıyor dedektiflerimiz. Bu çatışmalarıyla da anlaşmalarıyla da birbirini yüz seksen derece döndüren adamlar, dedektiflerin tuhaf ilişkilerini lezzetli bir seyirlikle temsil etmişlerdi.

Her şeyin bir karşıtı vardır Yin ve Yang’a göre. Zıt kutuplar birbirini oluştururlar, birlikte oluşurlar. Birbirlerine zarar da verirler artarlarsa. Uyum bozulur. Hudutlarına eriştiklerindeyse karşıdakine dönüşürler. Kutuplar hali hazırda da karşıtlarını içlerinde barındırırlar. Didiklemeye bayıldığım dedektif çiftlerinde benden bu kadar. Bu yazıyla gaza gelip şu ikisi de var, nasıl atlarsın diyenler çıkar mı? Merakla okuyacağımdan emin olabilirsiniz.

Author

Alternatif evreninde voleybolcu olamayan versiyon. Düşünce satıcısı, hikaye koleksiyoncusu. Ayrıca yanaklı birey. Bence dünyanın hayallere, hayallerin kelimelere ihtiyacı var.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.