Kimsenin aynı gözle bakmadığı ama yine de hemen hemen herkesin, bir tanesine bile olsa iltimas geçtiği filmler olarak animasyonlar… Kimine göre küçük yaş kitlesine hitap eden bir çocuk filmi, kimine göre de o yaştaki bireylerin anlamasına imkan olmayan derecede çok derin mesajlara sahip eserler… Çocuk filmi ile animasyon filmleri kavramını ayırt ettiğimiz zaman çok daha refah bir seviyeye ulaşacağımızdan eminim.
Evet. Her animasyona çocuk filmi derseniz, karşınızda ilk olarak beni bulursunuz; bunu unutmayın. Çünkü her ne kadar “çocuksu” hayal gücüyle üretilmiş olsalar da çoğu, küçük yaşlara hitap eden bir yapımdan çok daha fazlası. Bunu kanıtlayan animasyon filmlerinin de inanılmaz derecede hastasıyım. Örnek mi istiyorsunuz? Toy Story.
Toy Story filmleri, benim için animasyon tarihinin en yaratıcı fikirlerinden biri. Fantastik ögelerle şişirilmiş bir balon ya da masalları şurasından burasından çekerek uyarlanmış bir eser değil Toy Story. Günlük hayatımızın ta içinden gelen ve bize oyuncaklarla ilgili fikirlerimizi sorgulatan bir içerik. İlk Toy Story filmini izlediğimizde hangimiz oturup da “Acaba ben bakmıyorken oyuncaklarım ne yapıyor?” diye düşünmedi ki? Belki hareket ettiklerini yakalarız umuduyla hangimiz ani hareketlerle arkamızı kontrol etmedik? Çocuksu hayal gücü ile çocuk içeriğine ait olmanın ayrıldığı nokta da tam olarak bu bence: Merak etme ve sorgulama.
Bildiğiniz üzere Toy Story 4, şu an sinemalarda gösterimde. 90’lar nesli de dahil olmak üzere birçok yaş grubundan insanın kalbinde taht kurmayı başarmış ilk üç filminin ardından dördüncüsü ile bu saltanatı sürdürmekte de ısrarcı. Sonuna kadar da hakkı bu arada, kim ne derse desin. Çünkü, onca yıl sonra devam filmi gelmiş birçok animasyonun yanında Toy Story, kendi felsefesini ve duygusallığını asla yitirmemiş şahane bir yapım. Bunca sene farkına rağmen çizgisini ve duruşunu bozmadan ilerlemeyi başarmış. Toy Story denilince aklınıza gelen her şeyi gani gani bulabileceğiniz, önceki hikayeleri aratmayacak kadar canayakın ama bir o kadar da orijinal macera için hazır olun. Ha bir de, yazımızın spoilerlı kısmına devam etmeden önce uyaralım: Filme, yanınızda bir paket mendil götürmeyi ihmal etmeyin.
Bir-iki hafta geç de olsa izleyebildiğim Toy Story 4, “İyi ki animasyonlar var!” dedirtti. Her filminde farklı bir maceraya atıldığımız oyuncaklarımızın bu seferki yolculuğu da, en az öncekiler kadar etkileyici ve içten. Üstelik “Bir oyuncağı, oyuncak yapan şey nedir?” sorusuyla kafalarımızda yer eden felsefesi de son derece başarılı. Bu mesajı muhtemelen bir çocuk, o kadar da rahat anlamayacaktır diye düşünüyorum. Zira izlediğim salondaki miniklerin tek derdi gülmek ve film ara verince merdivenlerde koşturmaktı.
Bu sefer filmde yepyeni bir oyuncağımız var: Forky. Kendisi, Andy’nin oyuncaklarını bıraktığı minik kız Bonnie’nin anaokulunda atık malzemelerden yaptığı bir dost. Kırık bir çatala yapıştırılmış bir çift göz, ağız, tahta bacaklar ve gövdesine iliştirilmiş tel kollarıyla Forky, bizim oyuncak dostlarımıza göre çok daha gözde bir konumda. Çünkü onu Bonnie kendi elleriyle yaptı. Çünkü Bonnie, anaokulundaki o zorlu ilk gününde, Woody sağ olsun, ortama ayak uydurmak için bir çözüm üretti.
Forky, yukarıda yönelttiğim soruyu tek başına göğüsleyen bir karakter. Bir atık harikası olduğu için sürekli çöpe gitmek isteyen basit bir eğlence malzemesinden çok daha fazlası. O, Woody’nin de dediği gibi, “Bonnie’nin oyuncağı”. Eğer illa atık olmak istiyorsa bile “Bonnie’nin atığı”. Ait olduğu bir çocuk var. Onun bir “çocuğu” var. Hayat amacı var. Birkaç çöp malzemesinden yapıldıktan sonra nasıl oldu da hayat kazandı, onu ise hiç bilmiyoruz. Çünkü zaten film, bu soruyu sorgulatmak istiyor: Oyuncaklar nasıl hayata gelir?
Normalde Andy’nin oyuncaklarla olan ilişkisine bu kadar duygulandığımı hatırlamıyorum; ancak Bonnie’nin çok daha küçük bir kız olması sebebiyle, eh bir de animasyon teknolojisinin inanılmaz ilerlemesinden ötürü çok daha gerçekçi olmasıyla, perdeye koşup ona sıkı sıkı sarılmak falan istedim. Fazla mı duygusalım? Olabilir. Peki bunun konumuzla ne ilgisi var? Çok! Çünkü Toy Story 4‘ten çıkınca aklınızda kalan tek şey eğlenceli vakit geçirdiğiniz olmayacak; eski bir fotoğrafa bakıp mutluluk göz yaşları dökercesine tekrardan yüreğinizin dolduğunu hissedeceksiniz.
Ne diyordum? Hah! Bonnie, kendi elcağızlarıyla yaptığı yeni dostu Forky’yi inanılmaz seviyor. Öyle böyle değil ama. Hatta öyle ki Andy’nin verdiği oyuncaklar bile bu sevgiye karşı sessiz kalamıyor ve Forky için ellerinden geleni yapıyorlar. Çünkü, tıpkı filmde de söylendiği gibi, bir oyuncağın yapabileceği en onurlu davranışlardan biri bu. Oyuncakların “benim çocuğum” diye bahsettikleri ve gerçekten bir ebeveynmişçesine benimsedikleri miniklere karşı gösterdikleri hassasiyet, benim için Toy Story‘nin felsefesini, bilmeyen birine anlatmam için yeterli bir mesajdı. Onlar, çocuklar tarafından oynandıkça mutlu olan ve hayatlarına bu şekilde anlam kazandıran varlıklar. Çocuklar ve oyunlar olmayınca, amaçlarını kaybetmişçesine “kayıp oyuncak” statüsüne sahip oluyorlar; Bo Peep gibi.
Onca filmdir ortalıkta görmediğimiz Bo Peep’i şimdi neden gördük diye soranlarınız olabilir. Bana kalırsa önceki filmlere bağlamak için en ideal karakter seçimlerinden biri olmuş Bo. Üstelik, sürekli olarak Woody ile flörtleşmelerinin de bu nihai sonda bir anlam bulmuş olması çok zekiceydi. Andy’den sonra hayat amacını yitirmiş gibi hisseden Woody’nin çok daha faydalı olmak adına Bo Peep ile ortalıkta serbestçe dolaşma arzusu, bu filmin temasıydı bu yüzden. Geçmişten gelen bir dostun varlığı da, ana fikri güçlendiren en muazzam şeydi.
Woody, Toy Story’nin baş karakteri, olmazsa olmazı; değil mi? Andy’den ve hatta şimdiki Bonnie’den de ziyade, her hikayemizin başlıca üyesi ve şu ana kadar onsuz da hiçbir yere gitmedik. Hep kibirli ve havalı olmaya çalışan, kusurlarıyla bile sonunda doğru yolu bulan pamuk gibi bir oyuncak kendisi. Bu yüzden de Woody’yi, The Office‘in Michael Scott‘ına benzetmeden edemiyorum. İzleyenler bilir, The Office‘te en ukala, en duygusuz ve en kibirli karakter gibi ortalıkta fink atan Michael, yalnızca sadık izleyicilerine, birkaç sezon içinde ne kadar önemli olduğunu gösterebiliyordu. Aslında ne kadar düşünceli ve içli biri olduğunu bölümler sonra anlayabiliyordunuz. Ofisten ayrıldığı ve dizi kadrosundan çıktığı bölümler, kalbinizde bir yara açmadıysa ben de bir şey bilmiyorum. Üstelik final bölümünde yaptığı sürprizle, hala içli ve düşünceli kişiliğini koruduğunu da kanıtlamıştı. İşte Woody de tıpkı böyle bir karakter. Dışarıdan umursamaz ve kendi başına buyruk bir egoist gibi gözüküyor; ancak “çocuğu” için yapmayacağı şey yok ve bunu da sonuna kadar götürüyor.
Üçüncü filmde Andy’ye ettiğimiz veda sonrası hepimiz oturup litrelerce göz yaşı dökmüş olabiliriz, evet. Ancak bana inanın, dördüncü filmle birlikte Woody’nin Captain America-vari sonuyla çok daha ağır bir kalp ağrısı yaşayacaksınız. Baş oyuncaklık ve şeriflik titrini Jessie’ye bıraktıktan sonra (Steve’in Captain America unvanını Sam’e bırakması gibi) Bo Peep ile özgür bir oyuncak statüsüne kavuşan Woody, tüm film boyunca “çocuğu” için her şeyini feda ediyor ve bunun için gram da gocunmuyor. İşte bu yüzden de Annabelle ile bir korku filmi bebeği olma konusunda başa baş gidebilecek olan Gabby Gabby‘nin, Woody’nin ses kutusunu içinden söküp alması, şimdiye kadar izlediğimiz en mühim şeylerden biri bana kalırsa. Yahu Woody, sırf Forky’yi kurtarmak ve Bonnie’yi mutlu etmek uğruna kendi içinden bir parçanın sökülmesine razı geliyor; nasıl bir fedakarlık bu? Bakın, kaç filmdir kolu kopuyor, şapkası uçuyor, ayakkabıları kayboluyor… Ama bu farklı. O oyuncağın sahip olduğu en mühim özelliklerden biri de “Çizmemin içinde yılan var!” tarzında repliklerini söylemesine olanak sağlayan ses zımbırtısıydı. 90’larda konuşan bir oyuncağın ne kadar dahiyane bir fikir olduğunu kavrayabiliyorsanız, Woody’nin de sahip olduğu değeri anlayabilirsiniz diye düşünüyorum.
Woody önemli de diğer oyuncaklar değil mi peki? Öyle tabii, hepsi birbirinden değerli ve hepsi birbirinden tatlı. Bonnie’nin babasını hapse sokarak zaman kazanmaya çalışan manyak unicorndan tutun da bizim panik atak Rex’e kadar hepsi hala canımız, ciğerimiz. Ancak kabul etmek gerekir ki bu film, Woody’ye saygı duruşu filmiydi. Tıpkı Endgame‘in, Marvel’ın ilk üçlüsü olan Iron Man-Captain America-Thor’a karşı olan saygı duruşu gibi… Woody’ydi, bunca maceradır bizi bırakmayan ve dostumuz olan. “Ben senin dostunum” şarkısını anlamlı ve duygusal kılan da oydu. Onca senedir asıl kahramandı kendisi. Şimdiyse ona ve belki de tüm Toy Story külliyatına veda ettik… Toy Story‘nin sırf bu yüzden başka bir filmi daha geleceğini düşünmüyorum, ne kadar üzülsem de. Belki spin-off tarzında projeler çıkartırlar falan ama Woody ekipten ayrıldıktan sonra, eğer bir kavuşma macerası olmayacaksa, tekrardan ayrı gayrı bir hikaye yazacaklarını sanmıyorum. Ha, ama olur da Bo ve Woody, bizim oyuncaklara tekrardan kavuşmak için yine bir maceraya falan atılır, işte o zaman yeni bir orijinal öykü ile tekrar aramıza dönebilir Toy Story, kim bilir…
Duygusal bir pamuk yumağına dönmemin ardından yazdığım bu yazımı, çeviri ve dublaj ekibine olan sevgilerimi ileterek sonlandırmak istiyorum. Forky’yi seslendiren Harun Can‘ın inanılmaz enerjisi, bu filme çok şey katmış, ağzına sağlık. Zaten diğer tüm seslendirmeciler, hala on numara beş yıldız, o konuda değişen bir şey yok. Çeviri ekibi ise, “yabancı bir dilden Türkçe’ye nasıl yerelleştirme yapılır” olayını en güzel şekilde ortaya koyduğu için ayrıyetten bir alkışı hak ediyor bana kalırsa. Hayatım boyunca izlediğim kısıtlı film ve deneyimlediğim dublajlı projeler arasında hala sapasağlam bir şekilde kalitesini bozmamış Toy Story Türkiye kadrosu. Üstelik Duke Caboom karakterini seslendiren Keanu Reeves‘i duyamamış olmak bile o kadar üzmedi beni bu başarı sayesinde. Cidden.