Yaz ayları, bitişinin ardından, insanda ufacık ve garip bir hüzün yaratabiliyor, bilmiyorum sizin için de öyle mi? Fakat her ne kadar uzun, güneşli günleri; kısa bir zaman için ertesi gün yapacak bir sürü işin bizi beklememesinin verdiği rahatlığın yerini tutamayacak olsa da yeni gelen sonbahar, sitemiz için yeni yeni dosya konuları demek. Bu da bir açıdan sevindirici olabilir. En azından benim için öyle. Yeni dönemdeki ilk dosya konumu da böylece başlatmış bulunacağım. Okumakta olduğunuz bu yazıdan sonra, dört hafta boyunca “fantastik evrenlerdeki diller” üzerine sohbet edebileceğimizi umuyorum.
Meraklılarınız hep birlikte mesela Elf Dili ve Edebiyatı’nı aklına getiredursun, ben bu ilk yazıda, şimdiye kadar karşıma dizilmiş olan fantastik evren dillerinden en beğendiğimi; Fus Ro Dah! ile beynimize kazınan Ejder Dili’ni konuk edeceğim. Neden en beğendiğim olduğunu açıklamaya çalışacak, bu esnada Skyrim’in dünyasına bir kez daha dalacak, Nidalar üzerinden mitlerle fantastik eserlerin bağlantısına bile temas edeceğiz. Böylece beraber bir şeyler öğrenebileceğimize inancım tam, sonraki yazılar için de bir şeyleri daha anlaşılır kılacağına güveniyorum, üzerine bir de heyecanımız yüksek, gençliğimiz… Neyse şimdi, konumuz bu değil.
Gelin, bu ilk yazıda dosyamıza ejderhalarla bir giriş yapalım, sonrasında elbette Elfçeye de bakarız, diğer “kurgusal diller”e de bakarız. Sizin istediğiniz özel bir dil olursa, başım gözüm üzerine, ona da dalarız. Ne dersiniz? Fakat baştan uyarıyorum, uzun soluklu bir yazı olacak; çay, kahve, bilumum abur cubur toplayın gelin. Sonunda illa mutlu olacağınıza dair söz veremesem de güzel bir yazı vaat ediyorum. Hafiften gaza basmak için de aşağıya şunu bırakalım:
Belki de Sırrı İsmidir?
Ejder Nidası’nın giriş yazımıza çoğu yapma ve fantastik dilden daha fazla uygun olmasının sebeplerinin başında, isimlendirmesi geliyor. Bakın, biz laf arasında öyle kullanabiliriz ama bunun lore‘daki karşılığı Ejderha Dili değil; Ejderce hiç değil. Özellikle başka bir kelime seçilmiş, “thu’um” denmiş. Thu’um da temel anlamıyla “ses” demek. Ejderha yahut Ejderdoğan olmayanlarımızın anlayabilmesi için, ortak bir dildeki çevirisine ise yine dil değil, “shout” denmiş. Shout‘un tam anlamı ise yine bir dili ifade etmekten uzak görünüyor. Bağırmak, haykırmak, feryat etmek, nara atmak demek. Biraz eskide yaşıyorsak mesela banlamak da olabilirdi yahut daha yerele varsak, Gaydırıgubbak Cemile şeklinde bildiğimiz türküde, Hoca Memiş‘i çağırmak için kullanılan “ünlemek” de burada yer alabilirdi. Fakat onun yerine Türkçe çeviride yaygın şekilde Nida kelimesinde karar kılmışız.
Takdir edersiniz ki thu’um, shout veya nida diyelim, bu kelimelerin hiç biri, harften cümleye varana kadar bir dil yapısını ifade etmiyorlar. Bir sesi, daha da ötesinde, kelimelerin fiil türünde olmasından anlayacağımız gibi, bir eylemi anlatıyorlar. Nitekim, oyunlarda saatlerce tecrübe ettiğimiz üzere, Ejderler ve Ejderdoğanlar da ‘konuşurlarken’, bakın burada da konuşmak bir eylem, bu fiillerin görsel tasvirini sunuyorlar bize. Biri ağzını ardına kadar açıyor ve çıkarttığı sesle yerleri, gökleri; dağları, denizleri ve konsol oyuncuları için, Dualshock kontrol cihazlarını titretiyor. Bu güç kısmına tekrar geleceğim.
Peki, harfler de ses dediğimiz, bir dildeki anlamlı en küçük birimleri karşılıyorlarsa ve kelimeler harflerden oluşuyorsa, cümleler bunlarla kuruluyorsa neden Ejder Dili değil? Neden, bir dil yapısını ifade etmiyor dedim? Eylemler mesela, dil yapısı içinde değiller mi? Bu soruların hepsini cevaplayacağım, böylece sizlere Ejder Nidası’nın neden fantastik diller arasında kuralına en uygunlardan biri olduğunu ve bizi nasıl mitik çağlara diğerlerinden daha çok bağladığını anlatmış olacağım.
Dillerin Oluşumu
Aman aman, genel bir başlık oldu farkındayım fakat çok geniş bir kısmıyla değil, doğrudan konumuzla ilgili olarak kelimeler, eylemler ve Ejder Nidası bağlamında ele alacağım.
İki dil arasındaki akrabalığı anlamanın en basit yollarından biri, eylemlerine bakmaktır. Bunu, akrabalık isimleri ile yön isimleri takip eder. Ben anadilimden konuşayım: Türkçenin aralarındaki coğrafi ve tarihi bağ kopmuş, izlenemeyen en eski lehçelerinde bile ortak olan kelimeler bunlardır, telaffuz yahut alfabe kaynaklı harf değişikliği dışında değişmezler. Gel-, git-, var- ve benzeri pek çok eyleme bakarsanız, Yakutçadan Uygurcaya, Çuvaşçadan Gagavuzcaya kadar aynı olduklarını göreceksinizdir. Aynısı yönler için de geçerli; dışarı, içeri, ileri, geri… Aynı aileye bağlı başka iki dilden örnek verebilirim belki, bunda da sakınca olmaz sanırım. Farsça ve İngilizce’de birinci dereceden akrabalık isimleri de böyledir; mader – mother, peder – father, kız çocuk anlamında duhter – daughter. Sitare – star ya da bihter – better gibi başka örnekler de bol fakat akrabalık isimleri, sağlaması en rahat yapılabilecek yollardan biri olduğu için, yeterli gelecektir.
Bu durumun kabul görmüş açıklamalarında, dillerin oluşumu ve yazıya geçiş süreçleri arasındaki zaman diliminde toplumların, uzun cümleler yerine tek ya da en fazla iki heceden oluşan kelimeler kullanmaları; olabilecek en az kelimeyle en çok şeyi ifade etmeyi amaçlamaları gibi sebepler sıralanıyor. Eylemlerin öne çıkma sebebi ise yaşam tarzı ile çok alakalı. Şimdiye kadar elimizde olan bilgilere dayanarak çoğunlukla yerleşik hayata geçmemiş toplumlardan bahsettiğimizi düşünüyoruz ve bu toplumlarda sürekli bir hareket var. İster karın doyurmak için olsun ister güvenlik ihtiyacının gerekliliği isterse de fiziksel güce duyulan ihtiyaç, hareket etmek elzem. Nitekim araştırmacılar bu yüzden bedensel harekete dayanan oyunların ve sporun, kültürden bile eski olduğunu düşünüyorlar. Konu hakkında okumak isteyenleriniz olursa, şuraya bir yazımı bırakıyorum.
Eylemin ve eylemi ifade eden sözün kutsallığa varan önemi için, her şeyden önce sözün olduğunu söyleyen mitlere ve daha sonrasında da kutsal kitaplara bakabiliriz. Pek çok mitte bir kenarda oturup sıkılan tanrılar, “ol“, “yarat” benzeri sözleri söylerler ve yaratılış böyle başlar. İncil’de “Önce söz vardı” denir, Kur’an’da “Kün fe yekün“. Burada önemli olan, sözün kelimesi değil, sözün eyleme dökülmesidir çünkü söz yaratıcının bildiği bir şeydir zaten, zihninde vardır. Fakat ne zaman ki konuşma eylemi gelir, söz söylenir, o şekilde başlar yaratılış. Kendi kültür dairemizde gösterdiğimiz ilk emir “Oku!” mesela, bu da bir eylem.
Bu sebeple, tabiatları gereği sürekli ve serbestçe hareket hâlinde olan bilinç sahibi Ejderhaların, kutsal sayılıp tapınılan ve içerisinde oldukça büyük bir güç taşıyan sözlerinin de eylemler olması, oyunda öğrendiğimiz ve çoğunlukla da en çok kullandığımız; oyunun nereden bakarsanız bakın imzası olan Amansız Güç‘ün de “Güç – Denge – İttir” ile bir eylemi kastetmesi nota atışı. Oyun içerisinde yer alan yirmiyi aşkın nidanın çok büyük bir kısmı da yine eylem kelimesiyle bitiyor; üç sözcükten oluşan nidanın üçüncü sözcüğünü de bulmadan tam gücüyle kullanamıyorsunuz.
Ejder Nidası, Bir Yazı Dili Değil
Bu cümleyi kurduğum için, zaten kalem-kağıt tuttuğunu hayal etmenin kendi başına gülünç geleceği bir ejderha tasvirini düşünüp de beni ayıplamayın. Fantastik evrenlerden bahsediyoruz; insan formuna girebilen Tanrı/Prensler etrafta kol geziyor ve bu evrende Hermeaeus Mora, ciddili ciddili bir ahtapot olarak kitapların ana kaynağı. Hazır yeri gelmişken Mora’nın esin kaynağı hakkındaki Yağmur’un şuradaki yazısına da göz kırpayım.
Ejder Nidası’nın yazı dili değil konuşma dili olarak kurgulanmanmış olduğunu belirtmem lazımdı. Bir de işin şu kısmı var; Ejderler kendi zamanlarında insanlara bu dili öğretiyorlar ve Ejderdoğan olarak oyuna başladığımız zamana ulaşana kadar yerleşik hayat yayılmış, bin türlü farklı ırkın kendi dili oluşmuş. Yani doğal gelişim ekseninde bu dili, öğrenenlerin bir şekilde, çağ ilerledikçe yazı diline dönüştürmesi her zaman ihtimal dâhilindeydi. Fakat böyle olmamış.
Skyrim ve genel itibariyle Elder Scrolls serisinin konumlandığı zaman dilimleri, bizim dünyamıza ait bir yere oturmuyor, farkındayım. Konuşan ahtapotları ve çılgın Dremoraları bir kenara bıraksak bile Dwemmer teknolojisiyle birlikte düşünürsek zaten kıyaslama yapmanın fazlasıyla anakronik olacağı bir dünyaya giriyoruz. Ancak bir noktada, bizim kendi dünyamızda da bütün toplumlar aynı zaman diliminde aynı zihinsel çağı, aynı medeniyeti ve aynı kültürü yaşamıyorlar. Bir tarafta akıllı telefonunu üçüncü kolu yapmış olan bizler varken dünya nüfusuna oranla bayağı azınlıkta da olsa bugün bile hayatında elektronik alet kullanmamış olan insanlar var.
Neticede söylemek istediğim, Ejder Nida’sının başından sonuna değin bir konuşma dili olarak kurgulanması, nesilden nesile sözlü olarak aktarılması ve dilin yapısının da bu minvalde şekillenmesi, sözün gücü, kelimelerin kutsallığı gibi pek çok açıdan, yine mitik bir dünya için nokta atışı. İkinci Çağ, Üçüncü Çağ, Dördüncü Çağ derken kastettiğimiz o çağlardan çok çok daha öncesinde var olduğuna inanılmış; artık sadece efsanelerde ve zamanı dolmuşların inandığı kehanetlerde kalmış olan Ejderhaların dilinin, konuşma dili olmasını beklemeliyiz. Sonra dönüşleri muhteşem oluyor, orası ayrı.
Yazı Dili Değil Dedik, Yazısı Yok Demedik!
Oyunda orada burada, ya bir dost mektubu vesilesiyle ya da bir rahip kabrinde taşa kazınmış şekilde Nida buluyoruz, haklısınız. Hatta 34 ründen oluşan bir alfabesi de var. Ama yazı dili derken “hiç yazıya geçmemiş“i kastetmiyoruz ki. Yazıyla işlenmemiş, yazının kendisiyle getireceği kültürü, anlamlar ve değerler sistemini taşımayan demek istiyoruz.
Nidalar, önceki başlıklarda anlatmaya çalıştığım üzere, tamamen sözlü zamanları taşıyor. Binlerce yıl boyunca gün yüzü görmeyen, bir yerlerde, tıpkı şu yazıda bahsettiğim Irk Bitig gibi mesela, bir mağarada saklı duran bir dilde yazılmış olan herhangi bir eserin de; kendisini sadece bir dağın başında inzivaya çekilmiş keşişlerin bildiği ve onların da gücü nedeniyle konuşmayı reddettikleri kelimelerin de arkaik olması gerekir. Onları okuyamayacağımız anlamına gelmez bu, anlamayacağımız anlamına da gelmez. Sadece okuduklarımız, bize, o çağlardan kalma anlamlar sunarlar, işlenmiş ve yenilenmiş izleri değil.
Mitlerin Dünyasıyla Kurulan Bağ
İnsanlar neden nesnelere isimler vermişler? Yine dipsiz kör kuyulardan soru getirdim. İsim vermek temelde anlamak, sahip olmak ve kontrol etmek anlamına gelir. Bir nesnenin ya da bir kimsenin ismini bilmek, onun üzerinde hakimiyet kurmak demektir. Artık terk ettiğimiz bir düşünce de değil bu; insanlar isimleriyle müsemma olurlar, daha fazla çocuk istemezlerse kızlarının adını Yeter, oğullarının adını Dursun koyarlar. Sonra suya isimler üfleyip içerler, ipe dizilmiş taşları isim zikrederek çekerler, pirinçlere bazı kelimeleri okuyup çiğ çiğ yedirirler. Evet, kesinlikle eskide kalmış bir düşünce değil ancak temelde varoluşumuzun ulaşabildiğimiz en eski metinleri olan mitler, bu düşünceye dairdir. Mitleri bilmek, nesnelerin ve canlıların kökenlerini bilmek anlamına geliyor ve böylece miti bilen insanlar hem güvende oluyorlar hem de etraflarındaki çeşitli güçlerin üzerinde kontrol sahibi oluyorlar. Bir de tabii, gerekli bir şeyi kaybederlerse, köken hikâyesi anlatıldığı için, onu tekrar nereden bulabileceklerini biliyorlar. Aşırı işlevsel.
Mitlerin metinleri, şurada ufak bir isyanıma konu olduğu hâliyle yirmi birinci yüzyılda bize allanıp pullanıp satıldığı gibi tanrıların yasak aşklarını veya tanrıçaların yersiz kıskançlıklarını anlatmak için üretilmemişler. Onları her yerde okuyamıyorsunuz, her yerde dinleyemiyorsunuz. Üzerine zaten siz, düz insan olarak onlardan bahsedemiyorsunuz, bunu yapmakla görevli özel ve seçilmiş insanlar var. Çünkü bunlar, çeşitli şekillerde büyük insanüstü güçlere sahip olduklarına inanıldığı için kutsal metinler. Belirli bir zamanda, belirli bir yerde, belirli bir şekilde ve kesinlikle birebir, belirli insanlar tarafından okunup dinlenebiliyorlar.
Metinlerin ve kelimelerinin gücü, tabuları doğuruyor. Bazı isimler çok kutsal olduğu için onları ağzınıza alamıyorsunuz, bazı kelimeler o kadar güçlü ki yanlış kişiler onları telaffuz ederse felakete yol açabiliyorlar. Bu yüzden onlara hem saygı duyuyor hem de onlardan çekiniyorsunuz; Kırsakallar’ın konuşmama yemini buradan geliyor. Öylesine ortaya salınamayacak kadar büyük bir güç, ustası olmayan birinin dudaklarından dökülürse felakete yol açar; ustası olan biri telaffuz ederse de Hallac’ın misalindeki gibi dağ, orta yerinden çatlayıverir.
En büyük beceri de en başında ismi öğrenebilmektir zaten. Burada da Rüzgarın Adı‘na göz kırpmayalım mı? O da sadece belirli kişilerin yapabileceği bir şeydir, herkes kaldıramaz. Geri kalanlar için tabudur. Karşılaştığınız Ejderler de kendi kelimeleriyle konuştuğunuz zaman küfür etmişsiniz gibi davranırlar; sizi, bu kelimeleri kullanmak için yeterince iyi bulmazlar ve aşağılarlar. Nida’nın gücünü tam anlamıyla öğrenmek ise sadece yüzyıllarda bir kez gelecek olan, kehaneti kendinden öncesinde verilen Ejderdoğan’a mahsustur.
Bütün bu özellikleriyle Ejderha Nidası, birçoğu zaten Orta Çağ sularında geçtiği bilinen fantastik eserin arasında, mitlerin çağına en yakın olanı ve en uygun gösterileni diyebilirim. Elfçe misal, destanların çağına ve sonrasındaki dönemlere ait. Bu elbette onun değerini ve mükemmelliğini eksiltmiyor, hele ki Tolkien başımızın üzerinde dururken. Nidalar zaten temelde işlenmiş bir dili ifade etmiyorlar, hepi topu birkaç kelime, bunu söylemiştik. Ancak mit dediğimizde, “söz“ün anlamı farklıdır. Destanlarda ve masallarda da zaman zaman bizi bu anlama götüren unsurlar ortaya çıkacaktır, kültürel süreklilik böyle bir şey fakat kaynak, mittedir.
Umarım bu uzunca yazının sonunda Ejderha Nidası’na farklı açılardan bakabilmiş ve neticesinde yazıdan memnun kalmışsınızdır. Eklemeniz, çıkartmanız; sorunuz, yanıtınız olursa yorumlara bekliyorum. Bir sonraki yazıda başka bir fantastik dili ziyaret edeceğiz, onun için de tavsiyeleriniz varsa başımla beraber.
Sedanız bu kubbede dilerim bâki kalsın! Çünkü biliyorsunuz; bir tel koparsa âhenk, ebediyyen kesilir.
3 Comments
Mitolojilerin dilleri hakkında yazı yazmanız çok güzel. Okurken, oynarken pek dikkat etmediğim bir unsurdu. Umarım ileride gerçek dünyanın dilleri hakkında da yazarsınız.
Başka bir yazıda neden olmasın, mutlaka düşünülebilir. Okuduğunuz için ve yorumunuz için çok teşekkür ederim ❤️
Kırsakalların da dediği gibi. İki ejderhanın savaşı aslında laf dalaşından ibarettir.