Bir e-muhtıra vardı. 2007 yılıydı, asker posta koymuştu eski alışkanlıklarıyla. AKP erken seçim çağrısı yapmış, bunun üzerinden kurguladığı kampanyasıyla oylarını arttırarak çıkmıştı o seçimden. Çok tartışıldı mesele. Cumhuriyet mitingleri olmuştu mesela, sokaklar Türkiye bayraklarıyla doluydu, insanların bir fikri vardı. Eğrisi doğrusu çok yatırıldı masaya. “AKP’ye eski pratiklerle, dışlayıcı bir bakış açısıyla baskı uygulanıyor” dendi. AKP de aynı fikirdeydi. Bazıları değildi. Bazıları şeriatın geleceğine inanıyor, bunun engellenmesi gerektiğini savunuyordu.

Sonra 2008’de Ergenekon başladı. Üst üste göz altılar oldu pek çok kademeden. Aralarında gazeteciler de vardı, siyasetçiler de, bürokratlar da. AKP’nin başlattığı bir operasyon olduğu belliydi. Pek çok basın mensubu da içindeydi gözaltı listelerinin. Kimisi bunun bir sindirme operasyonu, geçmiş ve potansiyel gelecek muhalefetin gözünü korkutma operasyonu olduğunu söyledi. Kimisi de “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” dedi, derin devletin temizlendiğini savundu. İddianameler konuldu masalara, geçmişler kaldırıldı, her şey enlemesine boylamasına tartışıldı.

balyoz

Balyoz diye bir kelime girdi akabinde lügatımıza. 20 Ocak 2010 tarihinde Taraf gazetesinde çıkan bir haberin üzerine Başsavcılık soruşturma başlatmış, yüzlerce gözaltı gerçekleşmişti. Ordunun pek çok yüksek kademe mensubu hapishaneye girdi. Bunu da ağzına sakız, tartışmasına meze etti insanlar. Kimisi “ordu kutsaldır” dedi, onlara göre vatanın müdafaasıyla sorumlu insanlara saldırmak, vatana saldırmak demekti. Kimisi “darbeci zihniyet temizlendi” dedi. Çok zeki insanlar, çok zeki istişareler ettiler konunun üzerine.

Aynı senenin Eylül ayında, manidar bir şekilde ayın 12’sinde bir referandum gerçekleşti. AKP’nin hazırladığı paketin pazarlama noktası 12 Eylül darbecilerinin yargılanma yolunun açılmasıydı. Ama esasen yargının pek çok kanadını, daha sert bir biçimde yürütmeye bağlıyordu aslında. Bunu da çok tartıştı zeki ve güzel insanlar. Bazısı “yetmez ama evet” dedi. Darbecilerin yargılanması, yapılan değişiklikler makuldü, ama yetersizdi. Bazısı çok destekledi, çok savundu, “Avrupa ülkelerinde de yargı böyle” dedi. Bazısı boykot etti. Bazısı çok destekledi.

2011_seçimleri_ilçe_sonucu

Bir yıl sonra genel seçim oldu memlekette. Kaset skandalıyla giden Deniz Baykal’ın yerine gelen Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP lideri sıfatıyla girdiği ilk seçimdi. “Recep Bey” diye seslene seslene çıktı meydanlarda. Çok sempatik geldi insanlara. Bu sempatiklik bir şey ifade etmedi. AKP Cumhuriyet tarihinin üçüncü en yüksek oy oranını aldı. Herkes oturup düşündü o zaman. “İki kişiden biri AKP’ye nasıl vermiş olabilir?” dönemin popüler sorusu, “Yani benim etrafımda kimse yok veren, bir alicengizlik mi yapıyorlar?” dönemin popüler komplo teorisiydi. Çok alevliydi her şey. Türkiye’nin İran olduğuna dair ciddi şüpheler vardı.

Seçimlerden iki hafta önce var bir de. Mayıs ayı. 31 Mayıs 2011. Sizin için önemli bir tarih mi bilmiyorum. Ben o tarihi unutamıyorum. Benim içimden bir parça koptu o gün. Bir şey başka olmaya başladı. Bir şeyler daha gerçek olmaya başladı. O kopanı yerine oturtmak için çabaladım o andan itibaren. O kopanla ilgili bir şeyler yapmak istedim. Tamir etmek, inşa etmek, köprü kurmak, düzeltmek. Aklıma gelen, elimin yettiği, dilimin döndüğü her şeyi de denedim. O gün bir dönüm noktasıydı benim için. Milattı o gün. Metin Lokumcu öldü o gün. 

Sizin için bir önem teşkil etmeyebilir Metin Lokumcu. Öldüğünde 54 yaşındaydı. Benim babam da 50’lerinin başlarındaydı o zamanlar. Emekli öğretmendi. Babam da öyleydi. ÖDP’liydi, örgütlüydü; aynı babam gibi. Ve aynı babam gibi, erkin ve iktidar odaklarının, mücadeleyle değiştirilebileceğine inanıyordu. Eylemlerde yeri vardı. Genç çocuklarla omuz omuzaydı. İnandığı şey için sokağa çıkmayı onur, şeref sayan insanlardandı. Şiddete meyli yoktu ama belli ki. Oğlu Ulaş “insanları koşulsuz seven biriydi” demişti onunla ilgili. Ben de babamla ilgili bazen böyle hissederdim.

Devlet yalan söyledi önce ölümüyle ilgili. “Hayır” dedi, “biber gazından ölmedi, akciğer ve kalp yetmezliği varmış“. Sonradan Tabipler Birliği bir otopsi yapınca çıktı ortaya. Öldürücü dozda biber gazına maruz kalmıştı. Başbakan’a sordular. “Tabi” dedi, “bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek” dedi “kimliğini bilmiyorum” dedi üzerinde durmaya da gereğini duymuyorum” dedi, kalp krizi sonucu ölmüş”. Güzel bir adam çıktı sonra. “Ama öldü efendim” dedi. “Ben bilmem” dedi başbakan.

Oğlu Ulaş, Türkiye’den Şiddet Hikayeleri‘ne şu beyanı verdi bir gün.

“Babam Metin Lokumcu, 31 Mayıs 2011’de Hopa’da polisin attığı biber gazı yüzünden yaşamanı yitirdi. Metin Lokumcu’yu öldüren devlet, verdiği adli tıp raporuyla gerçeği karartmaya çalışıyor. Biber gazının kimyasal etkisi yeterli bulunmamış olacak ki, polis bu silahı artık hedef alarak, yaralamak için de kullanıyor. Vakit geç olmadan biber gazına karşı çıkın çünkü bir gün polis sizi de öldürebilir.

310520131131268687187_4 (1)

Bir gün polis sizi de öldürebilir. 

Bir gün polis sizi de öldürebilir.

Aklımdan çıkmadı bu laf.

Sonra Gezi oldu 2013 yazında. Bir grup genç, Gezi Parkı’nda çadır kurmuştu. Sabah baskını yaptılar oraya. Çadırlarını yaktılar. Gençleri metro altına kadar kovalayıp, metroya gaz attılar. Kolluk kuvvetleri tarafından yapılan muamele o kadar zalimceydi ki, bir nesil aynı anda, hiç birbiriyle konuşmadan uyandı. Sokağa çıktılar. Yaptıkları şeyin adını koymalarından, niyetleri belliydi. “Direniş” dediler yaptıkları şeye, ve direndiler. Saldırmadılar. Protesto etmekti amaçları, ama ne zaman kafalarını sokağa çıkarsalar saldırıya uğradılar. Onların bir yapmak istediği şeyi, Metin Lokumcu’yu fazla biber gazıyla öldüren kolluk kuvvetleri on yaptı. Sonra biri on yapmak, o sokaktaki çocuklara kaldı.

Onlar forum yaptılar, “arkadaşlar pasif direnelim, taş atmayalım, sakin kalalım” dediler. Eller havaya kalkıp döndü katılmayı belirtmek adına. Hiyerarşi yataydı, herkes dosttu, herkes anlayışlıydı. Bütün bir millet tüm yıkımı ve harabı onların başlattığına inandı. Yaşayan tarih, baştan yazıldı. “Gezi’nin ilk üç günü iyiydi de…” gibi samimiyetsiz laflar çıktı ortaya. İlk günkü o organik uyanmayı hissedenler, dördüncü günden sonra korkup evlerine çekildiler, korkmayanları da marjinal sandılar. O yüzden kendi hissettikleri o organik uyanmayı da unuttular. Baştan anlattılar kendilerine. Halbuki sokakta kalanlar marjinal değillerdi. Uç değillerdi. Radikal değillerdi. Sadece bir an, bir saniye, ülkeyi değiştirebileceklerine inanmışlardı. Sadece bir anlığına herkes, Metin Lokumcu olmuştu tek bir söz bile söylemeden. Daha iyi yapabilecektik. İnanıyorduk buna. Bunu konuşuyorduk bolca.

iste_fuat_avni_gercegi_h16365

Tapeler falan girdi birden lügatımıza. Ayakkabı kutuları, sıfırlamaya niyetlenenler, üç adam yollayıp roket attıranlar. Birileri “bunun bir önemi olacak artık” diye inandı. “İnsanlar görecek artık” dedi. Birileri önemsemedi. İnanmayanlar da oldu ama, inananlar “e ne var çaldıysa?” dediler. Evde zor tutulan bir %50’ydi onlar. Daha kenetlenmişlerdi. O kenetlenmişlikle, 2014 yerel seçimlerinden zaferle çıktılar. Sonra Cumhurbaşkanlığı seçimleri oldu. Başbakan, Cumhurbaşkanı oldu. Paralel yapı denilen bir şey girdi işin içine. Öyle bir ad uyduruldu. Cumhurbaşkanı, birkaç sene önce “Hadi gel, bitsin bu hasret” dediği kişiye vatan haini dedi. “2010 referandumunda yargıyı ele geçirmişler” gibi bir şaşkın bir cümle kurdu. Biz de şaşırdık. Çok tartışık bu cümleyi. “Nasıl yani, sen sunmadın mı o paketi?” dedik. Başka yerden bir ses gelmedi. Bir taraf tartışmayı bırakmıştı artık.

O taraf, 7 Haziran 2015 seçimlerinde ilk kez Kürt Siyasal Hareketi meclise parti olarak giriş yapınca da çok bir şey tartışmadı. Başkaları; HDP’nin meclise girmesinin öncesinde ve sonrasında patlayan bombaların zamanlamasını sorguladı. Hemen ardından devletin yıllardır çözüm süreci adı altında barış müzakereleri yürüttüğü PKK’yı, bir anda tekrar öcü ilan edilmesini tartıştı. Kimilerine göre bu, 7 Haziran’da tek başına iktidar opsiyonunun yitirilmesinin bir tepkisiydi. O kimileri, bunu masaya yatırdı enine boyuna. Başka kimileri bir şey umursamadı. Kasım ayı seçimlerinde, iktidarın kaybettikleri geri alındı. Ülke başlangıç noktasına döndü. Tek fark, Doğu bombalanıyordu artık. Bir de ayda bir bombalar patlıyordu artık Türkiye’de. Ayda bir herkes, sevdiklerini arıyordu sıra sıra. Aynı konuşmaydı hep. “İyi misiniz? Güvende misiniz? Tamam, biz de iyiyiz, iyi olmaya çalışıyoruz. Mukayyet olun kendinize tamam mı?

misirda-askeri-darbe-sonrasi-tanklar-sokakta-87084-850x565

Sonra dün bir şey oldu.

Bilmiyorum ne oldu.

Birileri “tiyatro” dedi. Birileri “demokrasiye yönelik bir girişim” dedi. Birileri “kalkışma” adını koydu. Birileri “gerçekten başarısız bir darbe” dedi. Tanklar yürüdü şehirlerde. Jetler alçak irtifadan uçtu. Meclis bombalandı. TRT’den darbe bildirgesi okundu. Doğan Medya Center ele geçirildi. Uçaksavarlar kalktı. Bütün gece sela okundu camilerden. Sokağa çıktı birileri. Linçler oldu. Şiddet oldu. Tartışmayı çok uzun süre önce bırakmış birileri, zor tutulmuyordu artık evlerinde. Onlar, tartışmadan, konuşmadan, darbe önlediklerine inandılar. Arabalarına binip, zafer turları attılar. Laf attılar gelen geçene. Kendileri gibi olmayan herkesi abluka altına aldılar. Cüret edindiler. Cesaret edindiler.

Birileri de hâlâ tartışıyordu.

Bu bir komplo mu? Bu bir tiyatro mu? İktidar kendi kendine mi yaptı bunu? Gerçekten asker mi kalkıştı? Paralel mi arkasındaki? Bildirge niye Kemalist? Hedef kimdi? Nasıl bu kadar piyadeyle darbe yapabileceklerini düşündüler? Saatin 11’inde darbe mi olur? Niye ateş etmediler?”

Kimse en önemli soruyu sormadı.

Ne önemi var?

kopru-asker

Ne değiştirecek artık bu saatten sonra tartışmak? Anlamak, anlatmaya çalışmak, ne fark edecek? Ders mi çıkaracağız olanlardan? Anlayınca başımız arşa mı değecek? Ne yapacağız, “kurtaracak mıyız” kurtarılmak istemeyenleri? Hâlinden memnun olanları hâllerinden mutsuz mu edeceğiz? Gücü elinde tutanlara nezaket mi öğreteceğiz? Biz kimiz? Öğretmeni miyiz, aileleri miyiz, şaperonları mıyız onların? Birilerini “eğitebileceğimizi” düşünecek kadar kibirli miyiz, yoksa bir şeyleri “iyileştirebileceğimizi” düşünecek kadar büyük bir sanrı mı yaşıyoruz? Neden hâlâ bizi ve bizim yaşam tarzımızı şiddet seviyesinde sevmeyenler ve karşı çıkanların tartışmayı yıllar önce bıraktığı şeyleri ağzımıza sakız ediyoruz? Ne düşünüyoruz? Neye niyetleniyoruz?

Ne önemi var? 

Bu bir vazgeçmişlik değil. Bu bir uyanma çağrısı. Mevzuyu masaya serme çabası. Tartışma bitti artık. Konuşma, anlama, anlatma bundan 20 sene sonra her şeyi anlamaya çalışacak olan tarihçilere kaldı.

Metin Lokumcu gibi, insanları koşulsuz seven güzel adamların çağı kapandı.

Ama öldü efendim“‘in cevabı, hep ve daima “Ben bilmem” artık.

Karamsarlık değil.

Realizm.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.