İnsanın doğasına yönelik düşünenler, dönüp dolaşıp her çağda “İnsan özünde iyi midir?” sorusuna gelmişler. Her sorunun olduğu gibi bu sorunun da birbirine zıt iki cevabı olmuş, çoğunlukla bunların üzerinde durmuşlar. İnsan özünde iyidir, toplum onu kötü yapar diyenlerle insan özünde kötüdür, toplum onu iyiliğe yönlendirir diyenler bir yanda tartışadursun; bir yandan da insan özünde ne iyi ne kötüdür, yaşadıkça biri ağır basar diye düşünenler çıkmış.
Tabii bunlar sadece düşünce düzeyinde kalmamışlar. Dönüp dolaşıp bu soruya gelindiği için, yüzyıllar boyunca bu konu ve her muhtemel cevabın arkasında oluşturduğu yeni sorular, nice araştırmaya ve deneye de konu olmuşlar. Bir felsefe seminerinde yahut etik dersinde değiliz, soruların da kesin cevapları yok, eh, ben de en son bıraktığımda konunun yetkili mercisi değildim. Bu yüzden yazının girişini daha fazla uzatmayacağım ve odaklanmak istediğim yere doğru çekeceğim konuyu.
Soruya verilen cevaplar ister insanın özünde iyi ister kötü olduğunu isterse de tarafsız bir alanda durduğunu ifade etsinler, netice olarak toplumun yönlendirmesi başlığının altına toplanıyorlar. Bunun ilk ve bariz sebebi, insanın sosyal bir varlık olması; ikinci sebebi ise sosyolojinin içinde bulunduğumuz son yüzyılına kadar çoğunlukla parçadan bütünü değil, bütünden parçayı tanımlamaya yöneliyor olması. Yani kabaca insan doğumundan itibaren bir öğrenme aşamasına giriyor ve netice olarak içinde olduğu toplumun bir bireyi olarak o toplumun değer yargılarıyla hayatına devam ediyor.
Hâliyle insan sosyal bir varlık ise sosyal çevresinden azami düzeyde etkileniyor. Sosyal çevre bunu bazen toplumsal sözleşmeye dâhil olan kurumlarla yapıyor, bazen toplumsal rol ve statülerin belirlenmiş alanları ile organik bir biçimde; bazen de zorlayarak. Bütün bunların temelinde yer alan bir unsur ise paylaşmak. İster şimdikinden çok çok önceki bir zamana gidelim istersek de sonrasına, sosyal olmak paylaşmayı gerektiriyor. Sorumlulukları ve yapılacak işleri paylaşmak, geliri paylaşmak veya dertleri, mutlulukları paylaşmak. Artık hangisini düşünürseniz.
İnsanlar neden paylaşmaya ihtiyaç duymuşlar sorusu, insanın özünde iyi mi kötü mü olduğu sorusunun arkasından gelen dolaylı sorulardan sadece bir tanesi. Ortada bir zorunluluk mu var, karşılıklı çıkarlar mı devreye giriyor, bölüşürsek daha hızlı yol alınacağı tecrübesi mi ön planda yoksa içimizde bir yerde böyle yapmamızın doğru olduğunu mu düşünüyoruz?
Bu soruya cevap vermek için pek çok uzun süreli gözlem ve deney yapılıyor. Misal, henüz toplumun tam anlamıyla bir parçası olmamış olan küçük yaştaki çocuklara bakılıyor. İki çocuk bir odaya koyuluyor, birine iki tane şeker veriliyor ve sonra şekerlerden birini yanındaki diğer çocukla paylaşıp paylaşmadığına bakılıyor. Veya sadece insan üzerinde kalınmayıp en yakın akrabamız olduğu düşünülen primatlar test ediliyor. Senaryo aynı, sadece birine muz veriliyor. Sanırım pek çoğumuzun da varsa kardeşi, yeğeni üzerinde deneyebileceği şekilde genel olarak çocuklar da primatlar da dışarıdan müdahale olmadığı sürece ellerindekini paylaşıyorlar. Tabii bu tek başına insan doğasını çözmek için asla yeterli değil, onun altını çizeyim ki yanlış anlaşılmayayım.
Benim paylaşma meselesine takılıp da yazının başına oturmam ise gerçekten insan psikolojisi, özümüzde iyi miyiz gibi varoluşsal sorular yahut toplumsal davranışlar üzerine ahkâm kesmek değildi. Çıktı almak için üniversite yakınlarındaki bir fotokopiciye gittim, işimi tamamlayıp çıkana kadar da paylaşma davranışı açısından öğrenciler üzerine detaylı bir inceleme yapılması gerektiğine ikna oldum.
Oldum olası, insanların ders notu paylaşma konusundaki keskin çizgilerine şaşırıp kalmışımdır. Bu satırları yazarken, yazının sonunda birçoğunuzu da fazlaca kızdırabileceğimin farkındayım. Ama özellikle kürsünün öbür tarafına geçtikçe bu davranışlar daha da gözüne batmaya başlıyor insanın. Kürsünün önündeyken değerlendirme biçimim, kendim de gözlediğim grubun bir üyesi olduğum için nesnel olmaktan fersahlarca uzak olabilirdi. Kürsünün arkasında ise ortada beni doğrudan ilgilendiren bir durum yok, bu yüzden düşüncelerimin öznel olduğunun farkında olmakla birlikte en azından duygusal tepkiler vermediğimden emin olabiliyorum.
Sosyal bir varlık olan ve sorsak çoğunun da iyi bir insan olduğunu, en azından olmaya çalıştığını söyleyecek olan insanlar, neden notlarını paylaşmazlar? Bakın, akademik başarı hırsının ne anlama geldiğini biliyorum. Sözünü ettiğim şey bir iş görüşmesi veya sadece birkaç kişinin kazanabileceği sınavlar olduğunda yine katılmayacaktım fakat bu davranış asgari düzeyde anlaşılır olacaktı. Fakat işte, altı üstü dört ile sekiz yıl arasında herkesin mezun edildiği okullardaki, en az otuz yıldır tekrarlanan vize ve finallerle karşı karşıyayız.
Bu gerçeğe dikkat çekince aldığım cevaplar, yüksek ihtimalle sizlerden bazılarının da tekrarlayacağı cevaplar olacak. Ve hepsi de inanır mısınız, toplumun geliştirdiği refleksler ile aşırı derecede benzeşiyor.
Bir numarada, “Ben dirsek çürütüyorum, dersime girip notumu tutuyorum. Bütün yıl gezip not isteyene vermem” yer alıyor. Alt metne baktığınızda bir hak arayışı var, bu yüzden kimsenin karşı çıkmayacağı düşünülüyor. Çabayı takdir ediyorum ancak çaba, düşüncenin hatalı oluşunu örtmüyor. İlk olarak doğrudan derse girmeyen veya not tutmayan herkesin âlem yaptığı varsayılıyor. İkinci olarak her derse girildiği ve not tutulduğu için diğerlerinden üstün olunduğu ve harika bir sorumluluk bilinci taşındığı düşünülüyor. Üçüncü olarak da akla hiç başarısız ve sorumsuz olarak görülen insanın zaten dersin notunu alsa bile çalışmayacağı ihtimali gelmiyor.
Bu varsayım ve ön kabullerin temelinde ise bunların yanlışlığı durumunda yaşanacak olan hayal kırıklığı yatıyor. İnsanların âlem yaptıkları için değil de mesela çalıştıkları için derse gelemedikleri, sorumsuz oldukları için değil de kaçırdıkları yerleri kontrol etmek için nota ihtiyaç duydukları veya kitabi bilgileri hiç derse girmeden de çok çalışarak öğrenebileceklerinin düşünüldüğü durumda, notun sahibinden daha başarılı olabileceklerinden korkmak var. Mesela bu cevabı vermeye yatkın olan insanları “Notu benden aldı ama benden daha yüksek not aldı” diye kafa yorarken görebilirsiniz.
İkinci numaramızı, “Ben kendi notumu tuttum, onlar da kendi notlarını tutsunlar beni ilgilendirmez”e verelim mi? Empati yoksunluğu ve yardımseverlikten uzaklık direkt olarak dikkat çekiyor. Empatinin, paylaşmak ve toplumsal sözleşmeye dâhil olma eyleminde büyük bir rolü var. Bazıları vicdan duysunun bile “Ya bir gün benim başıma gelirse” düşüncesinden kaynaklandığını düşünüyorlar. Düğünler ve cenaze evlerinin dolu olması, insanların bunlara katılmaya istekli olmasalar bile katılmayı bir görev bilmeleri bununla ilgili. Geleneksel toplumun kurumlarından uzaklaştıkça bu tür etkinliklerin ve bu tür etkinliklere katılan insanların sayısı azalıyor. Çünkü modern sosyal kurumlar, devletler, insanlara en azından öldüklerinde cenazelerini kaldıracak birini bulabileceklerinin güvencesini veriyor.
Bu bakımdan şehir hayatına alışmış, modern devlet yapılanmalarının sınırlarında yaşayan öğrencilerin empatiden uzaklaşmaları sadece kendi suçları değildir mutlaka. Öte yandan bu beyan, bir öncekinin aksine belki daha bencil ama en azından daha dürüst bir ifade, hakkını teslim edelim. İş hayatı, takım çalışmaları ve Allah vermesin, sıkıntılı zamanlarında başarılar diliyorum.
Üçüncü sıraya, “Ben hayatımda hiç başkasından not almadım, ihtiyaç duymadım. Bunun bir gereklilik olduğunu düşünmüyorum”u alabiliriz. İfade kendini açıklıyor, üzerine ne diyebiliriz? Büyük ihtimalle öğrenme biçimleri ve bireysel farklılıklar hakkında herhangi bir fikir yok ortada. Biraz daha kurcalarsak ya “Ben bile notsuz geçebiliyorsam herkes geçer” ya da “Ben not kullanmadan derslerimi verecek kadar zekiyim, onlar da olsun” gibi bir ifade var, hangisi daha kötü bilemedim. Ben-merkezli düşüncenin en geç ergenlikten sonra sona ermiş olması gerektiğini bir hatırlatıp devam ediyorum.
Dördüncü sıraya “Not tabii ki veririm ama tanıdığım insanlara. Sadece not istemek için benimle konuşmaya gelene neden yardımcı olayım” ifadesini yerleştirelim. İki yerden çok temel bir yere götürüyor bizi bu ifade. Birincisi, paylaşacağım kişiye de kimin neyi hak ettiğine de ben karar veririm. İkincisi ise faydacılık ve çıkar ilişkisine dikkat çekiyor. İnsanın paylaşma eylemini ve ne derece bu eylemin içinde bulunacağını seçmesi bir özgürlük, bunu hiçbirimiz tartışamayız. Ancak dilerim bu ifadenin sahipleri mülakata girdiğinde akraba kayırma, memleketçilik gibi mekanizmalarını işletebilecek güçte olanlar da bu özgürlüğü kullanmıyor olsunlar.
Beşinci, altıncı, yedinci hatta yirminci sıraya kadar gidebiliriz ancak hepsini kategorize edersek hepsini suçlamış oluruz. Mesela kendisine hakaret eden birisine not vermek istememek, dördüncü sıradaki ifadeyle oldukça benzeşiyor ancak burada paylaşmaya olan yaklaşımdan ziyade insanın eski yaşanmışlıkları etkili. Veya hocaların notları paylaşanları uyarması söz konusu olduğu için notunu saklayanlar var ama buradaki tavrın sebebi de paylaşımcı olup olmamakla ilgili değil; otoriteye duyulan saygı veya korku, kurallara olan bağlılık gibi durumlar daha baskın.
İnsanın doğası ile girdik, paylaşma duygusuna devam ettik. Bir noktada ipler koptu, insanların ifadelerini yargılamaya geçtik. Bu yüzden yazıyı bitirmeden önce genellemelerden gerçekten hoşlanmayan ve sorunların temelini tek bir yerde aramaktan kaçan bir insan olduğumu söylemek isterim. Fakat toplum bilimlerinin çıkarımlarını da tamamıyla reddetmiyorum. Ne alakası var şimdi?
Yazının başında sosyolojinin son dönemlere kadar bütünden parçaya gittiğini söylemiştim, bunun bir de parçadan bütüne giden tarafı var. Evet, toplumlar bireyi şekillendiriyorlar ancak o toplumlar bireylerden oluşuyor. Nitekim bu yüzden destekleyici olarak sosyal psikoloji veya daha küçük gruplar özelinde çokça duruluyor. Eskiden kültür denince çoğunlukla toplumlar akla gelirdi, şimdi “birey kültürü” ayrılmaz bir parça olarak görülüyor. Dolayısıyla bireylerin davranışları, ne kadar sapma olarak nitelendirsek de onları veya ne kadar istisna saysak da bütün toplum hakkında çıkarımlar yapmak için kullanılan malzemelerden biri oluyorlar.
Genelleme yapmak bu noktada eskide kalmış bir düşünceyi barındırıyor. Ancak bir-iki bileşenden daha fazlasını içeren topluluklar yahut büyük kitleler, büyük kitlesel davranışlar söz konusu olduğunda insanlar bütünden parçaya gitmek zorundalar. Türk toplumu, İngiliz sömürgeciliği, Amerikan emperyalizmi, futbol taraftarları gibi şeyler söylediğimizde evet bir genelleme yapıyoruz ancak bütün için geçerli çıkarımlarda bulunamayacağımız anlamına gelmiyor bu. “Öğrenci milleti” hakkındaki bu yazıyı da bir genelleme olarak değil, bu açıdan değerlendirmenizi isterim.
Üniversitelerin de içinde olduğu eğitim ve öğretim kurumlarının tek amacı akademik yetenekler kazandırmak değil. Belki bininci kere duyuyorsunuz bu cümleyi ama kusura bakmayın. İyi eğitim sistemi olan ülkelerde hatta akademik yeteneklerden de çok insani ve sosyal beceriler kazandırılmaya çalışılıyor. Çoğunlukla bu uygulamaları yanlış anlayarak yahut taklitten öteye gidemeyerek örnek alan eğitim sistemimiz de bu yüzden özellikle küçük yaşlar için “değerler eğitimi”ni müfredata ekliyor. Paylaşmak da en erken yaşlarda kazandırılması gereken değerlerden biri.
Üniversitenin eğitim ve değer kazandırılması için geç olduğunu düşünebilirsiniz ama ilk yılı lise beş mahiyeti taşıyan bir yerden bahsediyoruz. Özellikle de insanların delikanlı olarak nitelendirildiği çağlar için konuşuyoruz. Bir önceki basamak eksikse bir sonraki basamak bunu rahatlıkla telafi edebilir. Bir diğeriniz üniversitelerin ana görevinin değerleri kazandırmak değil bilim öğretmek olduğunu veya olması gerektiğini söyleyebilirsiniz. Doğru da söylemiş olursunuz ancak bütün o bilim, insanca yaşamak için. İnsanı anlamayan, insanca yaşama ve insanca yaşatma becerisini kazanamayanlar, nasıl bilim yapabilirler? Bu yetileri kazanamayan akademisyenler, yeni akademisyenleri nasıl yetiştirecekler?
Fotokopicileri dolaşın, hâlihazırda üniversitede iseniz kendinizi ve dönem arkadaşlarınızı izleyin. Sosyal bir varlık olan insanın, artık her ne sebeple olursa olsun örgütlü yaşamının henüz ilk basamağında geliştirdiği paylaşma duygusundan ne kadar uzak olduklarına bakın. Ben bunun yararlı ve kamçılayıcı olabilecek bir akademik hırstan yahut elenme korkusundan kaynaklandığını düşünmüyorum. Eğer böyle olsaydı, söz gelimi seksen kişilik bir amfide sadece bir kişi seksen alabilecek olsaydı, bu yazıyı yazmazdım.
Sonraki hayatınızın tüm adımlarında bugün gözlemini yaptığınız insanların iş hayatında, ideolojik eğilimlerinde, romantik ilişkilerinde veya ebeveynlik biçimlerinde benzer davranışları bulacaksınız. Aynıları olmayacak çünkü çok fazla değişken ve çok fazla etkileşim söz konusu. Bu da bir anlamda içinde yaşadığınız toplumu gözlemlemeye götürecek sizi. Buradan sonrası, nerede durduğunuzla alakalı.
Sizler ne dersiniz? Haksız olduğum yerler nereler? Katıldığınız noktalar var mı? El emeği göz nuru, inci gibi yazılı notlarınız hususunda nerede duruyorsunuz? Not paylaşmayan insanlar derneğini kızdırmayı başarabildim mi?