Merhaba geekler, nasılsınız? Propagandalarla ilgili önceki iki yazıyı sevdiyseniz, bu yazıda daha çok eğleneceksiniz diye düşünüyorum. Çünkü macera dolu Amerika’ya gidiyoruz ve bahsedeceğim pek çok şeyi de daha yakından biliyor olacaksınız. Buradan sonrası için bir küçük uyarım olsun, coğrafyanın genişliği ve uygulamaların zenginliği sebebiyle bu yazı diğerlerine nazaran biraz uzun olacak. Çayınızı, kahvenizi alın: öyle başlayın yani.
Asıl konuya geçmeden önce yine biraz altyapı yapalım. Önceki yazılarda Almanya ve SSCB’nin, geek bünyelerin de şu dönemlerde coştuğu mitolojik ve efsanevi karakterler ile halk anlatılarını nasıl propaganda aracı olarak kullandığını özetlemeye çalışmıştık. Bu sefer mevzu daha da zenginleşiyor çünkü işin içine Hollywoodlar giriyor, çizgi romanlar giriyor, dev şirketler giriyor.
Büyük çaplı kültürel propagandanın Amerika tarafından nasıl uygulandığını anlamak için iki boyutta düşünmemiz gerekecek. Bu boyutların ilki, Amerika’nın Almanya ve Rusya’ya göre kültürel örgütlenme bakımından daha yeni oluşuyla ilgili. Bu ne anlama geliyor? Amerika topraklarında, toprakların yerlileri haricinde diğer ülkelerdeki gibi neredeyse tarih öncesine dayanan ortak bir sermaye bulunmamakta. Yani bir Amerikanlıktan bahsedilecekse, bu Amerikanlığın ortak bir mitolojisi, destanı yok. Dolayısıyla Amerika’nın öncelikle içindeki milyar tane farklı ulusu, bir Amerikanlık çatısı altında birleştirecek yeni mitler ve destanlara ihtiyacı var. Bu süreçte elbette bir de kolonizatörler gelmeden çok daha önce kıtada ikamet etmekte olan yerlileri de düşünmesi gerekiyor. İkinci boyut ise, birinci boyuta paralel olarak, dış dünyaya karşı kültürel üstünlüğünü sağlayabilmek. Bunun için de dış dünyanın kültürel miraslarına uygun içerikler çıkartmak zorunluluğu var. Biraz sistemli gidelim diye, yazıyı üç başlığa ayırıyorum.
YERLİLER
Amerika’nın yerlilerine ve bunların birtakım mitlerine, efsanelerine yönelik bir dikkat, aslında 1453’e kadar götürülebilir. İstanbul’un fethiyle birlikte İngiltere gibi sömürgecilik faaliyetlerine erken dönemde başlayan devletlerin sömürgelerine ulaşma kanalları ve birbirleri arasında ticari faaliyetler amacıyla kullandıkları yollar bir Müslüman ülkenin kontrolüne giriyor. Dolayısıyla bugün coğrafya derslerine konu olan gemicilik faaliyetleridir, coğrafi keşiflerdir hız kazanıyor. Yeni kanallar ve ulaşım yolları arayışının sonucunda Avrupa ülkeleri daha önce hiç bilmedikleri, belki tahayyül bile etmedikleri bir kıtayla karşılaşıyorlar. Bu kıtada işgal edilecek yeni topraklar ve yararlanılacak yeni doğal kaynaklarla birlikte; yeni kültürler de buluyorlar. Özellikle önce Kilise, sonra da Aydınlanma Çağı’nın akılcı düşünce sistemiyle kısıtlanan sanatçılar ve daha da sonrasında Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali gibi dönemlerden geçen Avrupalılar için Amerika yerlileri büyük bir deney ve gözlem sahası haline geliyor.
Şöyle ki, Montaigne gibi aydınlar ve J.J. Rousseau gibi ‘romantikler’, sanatın geleneksel kurallara bağlı olması gerekliliği gibi; kilisenin uygun bulduğu temaların işlenmesinin zorunluluğu gibi; kilisede reformun gerçekleşmesinin ardından şiirin kuralcı, mekaniksel algılanması gibi veya eserlerin illa ki büyük insanların büyük erdemlerinden bahsetmesi gerekmesi gibi kısıtlamalardan zaten bezmiş durumdalar. Onlar, insan soyunun inceliklerine, insan bedeninin güzelliğine ve sanatın besleyeceği bir ruhun derinliklerine odaklanmak istiyorlar. Bu noktada kendi yaşamakta oldukları, gittikçe sanayileşen ve karmaşıklaşan bir ortamın içerisindeyken; Amerika coğrafyasında yaşamakta olan yerlileri keşfediyorlar. Ve okuma yazma bilmeyen, o dönemin algısıyla belirli ahlaki değerleri yayacak bir dinleri bile olmayan, paradan, medeniyetten, sosyal-siyasal kurumlardan anlamayan bu -iki kere tırnak içinde- “ilkel” yaşam formlarının aslında ne kadar erdemli olduklarını görüyorlar.
Bir kere bu yerliler doğayı tahrip etmiyor, doğayla uyumlu bir şekilde yaşıyorlar. Sonra, onlar toplumsal ilişkilerini belirli bir düzen ve saygı içerisinde yürütüyorlar. Şiddetten ve savaştan asla bahsetmiyorlar; hatta Montaigne’in dehşetle hayran kaldığı bir şekilde bu insanların dilinde yalanı, ikiyüzlülüğü ifade eden kelimeler bile bulunmuyor. Kendi toplumlarının yozlaşmışlığı ve savaşlardan, çatışmalardan bunalmışlığı içerisinde bu aydınlar, belirli bir zaman ve belirli bir yerde, kendi atalarının da bu denli erdemli bir yaşayışa sahip olmalarının zorunlu olduğunu düşünüyorlar. Ve ilk taşı Montaigne ünlü Denemeler’inde atmış oluyor; Avrupalıların da bir ilkeli, bir vahşisi olmalı. Avrupa’nın ilkeline “soylu vahşi” diyor ve bunların da kırsalda yaşayan, okuma yazma bilmeyen köylüler olduklarını ifade ediyor. Sonrasında onun fikirlerini alıp devam eden J.J.Rousseau gibi pek çok aydın da yaşamlarını cennet hayatına benzettiği bu soylu vahşilerden öğrenmek ve onları da refaha ulaştırmak için toplumsal fayda gözeten eserler veriyor. Haliyle bu cahil insanların şiirlerini, baladlarını, masallarını inceliyorlar.
Kronolojik gidelim diye buraya kadar Fransa’dan bahsettik ama soylu vahşilerin keşfi ve onların kültürel ürünlerine yönelik bir merak Birleşik Krallık’ta da karşılık buluyor. Hatta burada belki bir adım daha öteye gidiyor ve iyi niyetle yapılan birtakım sahtekârlıklara dönüşüyor. İskoç asıllı bir şair olan James Macpherson, 1760 yılında kendi yazmış olduğu şiirleri “İskoçya Yaylalarından Derlenmiş Eski Şiir Parçaları” ismiyle yayınlıyor. Burada yer alan şiirlerin 13. yüzyılda yaşamış Ossian isimli bir halk şairine ait olduğunu iddia ediyor. Düpedüz söylenmiş olan bu yalana rağmen kitap hem kendi ülkesinde, hem de Almanya’da oldukça ilgi görüyor ve Ossiancılık ismiyle halk kültürüne dayanan bir şiir akımı da ortaya çıkmış oluyor.
Almanya’da da Grimm Masalları’na doğru giden yolda, yine Amerikan kızıl derililerinden ilhamla kendi ulusunun soylu vahşisini arayan ve daha sonrasında Nazilerin propaganda aracına dönüştürülecek olan “halk ruhu” kavramını ortaya atan Herder gibi isimler var. Almanya için halk edebiyatının nasıl bir propaganda aracı olarak kullanıldığını, serinin ilk yazısında anlatmıştık. Okumamış olan varsa bir bakabilir.
Özetlemek gerekirse, Avrupalı, henüz Amerika’ya koloniler kurmadan ve Amerika isimli bir devlet, tarih sahnesine çıkmadan yüzyıllar önce Amerikan yerlileriyle ilgili birçok kültürel unsur zaten toplanmaya ve değerlendirilmeye başlanmış. Ancak bunların ilk etapta Avrupalının kendisini tanıma ve kendi ideolojilerini yayma amacıyla kullanıldıklarını görüyoruz. Birleşik Devletler’in kuruluşundan sonra ise bu malzemeler, bu sefer coğrafyanın kendisi için, siyasal ve sosyal birtakım propagandalar üretmek amacıyla kullanılıyor.
AMERİKAN RÜYASI
Amerika’ya ayak basan kolonizatörler, işleri toparlamaya ilk olarak yerlilerle başlıyor. Bugün de gözlemleyebileceğimiz sömürgecilik faaliyetlerinin ilk aşaması olarak, yerlilere yeni bir din (Hıristiyanlık) ve yeni bir dil (İngilizce) veriliyor. Henüz onların mitolojilerine bulaşmıyorlar ancak, bu yeni din ve dil çerçevesinde zaten bir yandan da kendi özgün inanç sistemlerinde yaşamaları engellenmiş oluyor. Diğer yandan da Avrupa’da yaşanan romantik gelişmelerin ışığında yerlilerin kültürüne dair toplanmış olan bilgileri öğreniyorlar ve buraya gönderdikleri misyonerlere bunları öğretiyorlar. Bu bilgilerin öğrenilmesi önemli çünkü misyonerler yerlilerle karşılaştıklarında onların hassasiyetlerine dikkat etmek zorundalar. Onların dinleriyle ve dinsel ritüelleriyle kendilerininki arasında paralellikler kurmaları, ortaklıklar bulmaları da şart; yoksa yeni bir dini nasıl kabul ettirecekler?
Ancak devletleşme süreciyle birlikte tek problemin yerliler olmadığı görülüyor. Bir devlet kurulacaksa ve bu devlet yapısı gereği “birleşik devletler”den oluşacaksa pek çok değişken var: Bir taraftan kendilerine yönelik misyonerlik faaliyetleri yürütülen yerliler var. Bir taraftan bu faaliyetleri yürüten İngilizler, Fransızlar, İspanyollar var. Bir taraftan da Amerika’nın keşfinden sonra bu kıtaya çalışmaları için getirilip buraya yerleşen üçüncü dünya ülkesi vatandaşları var. Bütün bunların ortak ve yeni bir Amerikan kültürü ve Amerikan miti etrafında birleştirilmesi gerekiyor. Hepsine Amerikalı olma bilincinin kazandırılması için yeniliği, mutluluğu ve özellikle de özgürlüğü temin eden yeni bir simge vermek gerekiyor. “Amerikan Rüyası” dediğimiz şey bu.
Fakat Amerika önceki iki yazıda bahsettiğimiz ülkeler gibi hareket edemiyor ideolojisini sağlamlaştırmak için. Amerika coğrafyasındaki bu insanlar zaten farklı uluslar olduklarının fazlasıyla bilincindeler, çok fazla düşünmelerine filan da gerek yok; renkleri bile farklı. Dolayısıyla Hitler Almanyası’ndaki gibi bir “üstün ırk” düşüncesi savunulamaz. Çünkü insana sorarlar, hangi ırk? Sovyetler gibi milli kökenleri bastıralım demiş olsalardı, bu sefer de insanlara vaat edilen özgürlük devreye giriyor, tutmaz. Halkın destanlarını, efsanelerini değiştirelim, sansürleyelim, otorite kuralım deseler; bu da sosyalizm için işler ancak liberalizmin beden ölçüleriyle uymaz.
Çareyi, yeni bir folklor üretmekte buluyorlar. Akademik semalarda ‘fakelore’ diye de anılan ‘sahte folklor’ ürünleri ortaya atılıyor. Mesela Amerikan oduncu başı diyebileceğimiz Paul Bunyan tipi ortaya çıkıyor. Onun hayatına ve odunculuk mesleğine yönelik fıkralar, kıta boylarında özellikle kırsal bölgelerde sanki otantik bir üründen söz ediliyormuş gibi hızla yayılıyor. Bir süre sonra Paul Bunyan karakteri o kadar benimseniyor ki etrafında efsaneler oluşuyor; bu efsaneler bazen bir Fransız efsanesiyle, bazen de bir Latin kökenli masal kahramanıyla karışıyor. Pek çok eyaletten insan Bunyan’ın kendi memleketinden olduğunu iddia etmeye başlıyor. W. Disney bünyesinde çizgi filmleri de çekiliyor. Paul Bunyan deyince çağrışım yapmamıştır belki ama bu sonradan mitleşmiş karakterin heykelleri bile dikiliyor. GTA 5 oynayanlarınız varsa, bu heykellerden bir tanesini geyik avı görevlerinden birinde gidilen, Paleto Forest’taki bir restoranın önünde görebilir. Hipster dediğimiz kişilerce son zamanlarda oldukça moda edinilen oduncu gömlekleri de tam olarak yine Paul ‘lumberjack’ Bunyan’dan gelmiş oluyor.
Yeni folklorik unsurlar üretiliyor, tamam. Ama eskileri de kültürel propaganda için, bir Amerikanlık düşüncesiyle yeniden yorumlamak lazım. Peki, kimin folkloru, kimin halk şiiri, kimin efsanesi temel alınacak? Bu noktada hem sosyal ve siyasal, hem de tarihsel olarak Amerika’nın ulus, millet, halk gibi kavramlara bakışının diğer devletlerden farklı olması lazım.
Avrupa’da çok uzun bir zaman boyunca millet deyince aynı dili konuşan, aynı coğrafyada yaşayan, aynı kültürden gelen, aynı dine göre yaşayan kimseler anlaşılıyordu. Amerika’da değil bunların hepsini, bir-ikisini bile ortak olarak paylaşan iki grup bulmak mümkün değil. Halk desek mesela, Avrupalı için bir önceki başlıkta da özetlemeye çalıştığımız şekilde halk, sıradan, cahil, okuma yazma bilmeyen, medeniyetten habersiz insan anlamına geliyordu. Amerikan coğrafyasında bu tanıma uyan insan kadar, soylu ve seçkinliğiyle övünen insan da var.
Şimdi bu çorbanın içine bir de teknolojik ilerlemenin etkisiyle göçlerin, seyahatlerin daha kolay yapılır olmasını, çok uluslu şirketleri, insanların gittikçe artan bir biçimde birden çok ülkenin vatandaşı oluşunu, internet çağının gelişini ve medya kanalları sayesinde dünyanın her yerinde aynı kültürel unsurun eş zamanlı olarak öğrenilmesini de ekleyin. Milleti, halkı, toplumu tanımlamak çok zorlaştı değil mi? Dolayısıyla bu kavramların hepsinin yıkılıp yeniden tanımlanması bir zorunluluk haline geliyor.
Bu noktada Alan Dundes diye bir adam kendine gösteriyor. Kültür bilimlerinin bir şubesi olan Halk Bilimi için önemli bir isim. Aynı zamanda da bir Amerikalı. Olaya el atıyor ve şu anda da etnoloji, antropoloji, sosyoloji gibi pek çok kültür bilimi için de geçerli olan bir halk tanımı yapıyor. “Halk, en az bir ortak unsuru paylaşan insanlardır.” diyor. Bu unsur dil olmak zorunda değil, din olmak zorunda değil, bir dünya görüşü olmak zorunda değil. Tek bir ortak nokta yeterli halk olmak için. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamak desek? Yeniden tanımlanmak ve aynı fikir etrafında birleştirilmek istenen bu insanlar için daha büyük bir ortaklık var mıdır? Bu bakışla zaten ABD sınırları içerisinde hangi milletin, hangi topluluğun ne şiiri, ne şarkısı, ne masalı varsa hepsi ortak bir Amerikan kültürü haline gelmiş oluyor. Amerika eski veya yeni, hangi kültürel unsuru yeniden yorumlarsa yorumlasın, hepsi Amerikan halkına ait oluyor. Kimse de çıkıp “Bizim köyde böyle bir türkü yok.”, “Bizim oralarda böyle bir âdet yok.” demiyor.
KÜRESEL DÜNYA
Yeni Amerikan mitleri demişken, çizgi romanlardan, mesela Kaptan Amerika’dan bahsetmemek olmaz değil mi? Evrensel değerler, kurgu karakterlerin bünyesinde sunulup Amerikanlılık imajıyla birleştirilerek popüler kültüre katılıyor. Kaptan ve onun gibi pek çok karakterin aracılığıyla belirli birtakım düşünceler hem ABD içerisine hem de tüm dünyaya salınmış oluyor. Kendi mitlerini yaratmakta büyükçe bir başarı sergilemiş olan Amerika, bu sefer de dış dünyaya yöneliyor. Yaşanan pek çok kültürel kriz, yereli küresele katarak, kapitalizmin ilkelerine uygun bir şekilde aşılıyor. Bu krizlere geniş ölçekte İkinci Dünya Savaşı da, Küba ile yaşanan krizler de, Vietnam’da alınan yenilgi de, son yirmi yılda Ortadoğu’da yapılan işler de dahil. Amerika hem dışarıdan, hem de içeriden baş gösteren eleştiri seslerini kültürel propagandalar sayesinde bastırıyor.
Yakın tarihten bir örnekle: ABD, Irak’a ilk girdiğinde tıpkı ta ne zaman Amerika topraklarına koloni kurmaya gelenler gibi, Ortadoğu’nun kültürünü öğretiyor göndereceği askerlere. Bu süreçte, sömürgelerinden ötürü zaten o topraklarda bulunan İngilizlerden de destek alıyorlar elbette. İngilizler, Amerikan askerlerini ne yaparlarsa yapsınlar, bayrağı indirmedikleri sürece sorun olmayacağı yönünde uyarıyorlar, çünkü burada yaşayan insanların bayrağa karşı müthiş bir hassasiyetleri olduğunu biliyorlar. Veya onlara yerli halka el sallarken sol ellerini kullanmamalarını söylüyorlar çünkü İslam toplumu için sol el uğursuz olarak algılanıyor ve bu bölgedeki müslümanlar sol ellerini sadece taharet vb. işler için kullandıkları için, sol elle verilen bir selamı hakaret olarak algılayabiliyorlar. Anlayacağınız, kültürel propagandayı iyi bilen ülkeler, bir toplumun kültürünü iyice, belki de o toplumun bireylerinden bile daha fazla tanımadan bir işe girişmiyorlar.
Kültürel propaganda işinin içine en çok da Hollywood ve sinema sektörü giriyor. Dış dünyada Amerika’dan ne kadar nefret ederse etsin insanlar, direkt olarak Amerikanlığın bir esintisini ifade eden kovboy filmlerini izlemekten vazgeçemiyorlar. Kendi çevremize baksak, en koyu milliyetçimizin bile Avengers izlerken coştuğunu görebiliyoruz. Amerika’nın kendi içinde de durum çok farklı değil. Dış politikada bir sorun mu oldu, bir yer haksızca işgal edildi diye halk tepki mi gösterdi, bir yenilgi mi yaşandı? Ardı ardına savaş filmleri çekiliyor. Amerika dahil olmak üzere neredeyse tüm dünyada gösterime giren bu filmlerin sonucunda insanlar Vietnam’da alınan bir yenilgi olduğunu bile unutabiliyorlar. Bir düşünsek acaba Vietnam hakkındaki bilgilerimiz mi daha fazla çıkar, Rambo hakkındakiler mi?
Dahası için sanıyorum ki sizlere Amerika’nın kültürel baskınlığının dünya ülkeleri üzerindeki etkilerini tarif etmeye gerek yok. Amerika’nın kültürel politikalarında halk masalları ve kahramanlarını kullanışı ve bunları yeniden yorumlayıp tekrar orijinal üreticilerine pazarlayışı, kendi yerelinde Pocahontas’la başlayıp; Asya’nın Mulan’ına, oradan da Ortadoğu masallarının Alaaddin’ine değin uzanıyor. İsmi geçen bu karakterlerin asıl hikayelerini, çekilen animasyonlarının olay örgüleri ve karakterlerin sinemaya yansıtılış şekilleriyle, tasvirleriyle karşılaştırarak okursanız ne demek istediğimi daha net göreceksiniz sanırım. Sonrası gişe rekorları, film serileri, video oyunları, milyon dolarlık en meşhur ürünü ‘French’ Pres usulü veya ‘Afrika’ kakaosuyla yapılan mocha olan kahve zincirleri, baskılı tişörtler falan filan.
Öznel olarak söyleyebileceğim, kültür yönetimi bakımından Amerika’nın hakkını teslim etmek lazım. Önceki yazılarda Almanya ve SSCB üzerine konuşurken, onların da çeşitli kültürlerin ürünlerini propaganda amaçlı kullandıklarını söylemiştik. Ancak Amerika’nın, şurada bilmem kaç paragrafla açıklamaya çalıştığım gibi bir farkı var. Amerika onların aksine sansüre gitmiyor, kültürlerin anlatılarını, mitlerini deforme etmiyor; aksine özgür bir biçimde bunları asıl kendisi yeniden üretip tekrar pazarlıyor. Dolayısıyla her zaman olduğu gibi baskılar ve sansürler insanları bir süre tahakküm altında tutmaya yarasa da, uzun vadede özgürlük kadar başarılı olamıyor.
Bu yazıyı okuduktan sonra izlemekte olduğunuz Amerika menşeli dizilere, filmlere bir bakınız. Onların içerisinde hangi ülkeden olursanız olun, kendi günlük problemlerinizin yer aldığını rahatlıkla görebileceğinize ve bunların bir Amerikan düşüncesi ekseninde yeniden yorumlandığını fark edeceğinize inanıyorum. Türkiye’de yaşayan bizler için aklıma ilk gelen bir örnekle destekleyeyim: Designated Survivor isimli bir dizi var, bu dizinin 2017’de yayınlanan ikinci sezonunda Türkiye hükümeti ile ABD bir krize girdi. Krizin sebebi ise Türkiye’de darbe yaptığı söylenen dini bir liderin Amerika sınırları içerisinde yaşamasıydı. Böyle bir konuyla hem içeriye, hem dışarıya neden bu şahsın ABD sınırları içerisinde yaşadığı ve Türkiye’ye iade edilmediği açıklanıyor. Dizinin yapımcıları veya senaristleri üzerinde devletin ne derece etkisi var diye masumca bir soru sorabilirsiniz elbette ancak, bu dizinin konusunun direkt olarak Amerikan Başkanı’nın hayatı üzerine şekillendiğini söylersek, cevap da vermiş oluruz sanırım.
İki tane miadını doldurmuş, bir tane de sürdürülebilir kültürel propaganda yapan ülkeden sonra, bir sonraki yazıda artık özümüze dönelim diyorum. (Asalım mı bayrakları?) Acaba kültürel propagandalar kapsamında Türkiye’de neler olmuş? Az çok hepimizin- şahsen olmasa bile en kötü nine ve dedelerimizin bizzat yaşadığı şeyler olduğu için; öneri vermek veya “Şunları söylemezsen aklım kalır!” demek için yazmanızı heyecanla bekliyorum!
Yazıda geçen ve üzerinde durulmasının önemli olduğunu düşündüğüm bazı şeyler için kaynakça da veriyorum. Özellikle daha ayrıntılı bir okuma yapmak isteyen arkadaşların bakmasını dilerim. Sürçülisan ettiysek affola.
Ayrıca halk kültürünün algılanışı ve ilkellikle ilgili bahis için Edward B. Taylor’ın İlkel Kültür‘ü ile İlkellerde Din‘ine, James Frazer’ın Altın Dal‘ına ve Freud’un bilimum çalışmalarına bakabilirsiniz. Bunlar aynı zamanda mitoloji ile ilgilenler için de güzel kaynaklar.
1 Comment
İlginç ve ufuk açıcı bir yazı daha. Böyle makale tarzı yazıları okumak çok zevkli oluyor.