Sinema bitmiştir!

Önce bir sakin olalım. Tabii ki yukarıda başlık olarak gördüğünüz bu beyan aslında sansasyonel bir kanca işlevi görerek, okuyucuyu yazıya çekip daha sonra aslında o kadar da sansasyonel olmayan bir düşünceyi aktarabilmek için kullanılmıştır. Çünkü bugün bu yazıda sinemanın toptan bitişi iddia edilmeyecektir; yalnızca Hollywood sineması veya popüler kültür sineması bitmiştir denecektir. Yoksa elbette dünyanın 1001 köşesinde hâlâ canla başla sineması ile özgün bir şeyler ortaya koymaya çalışan filmciler mevcuttur.

Bir de şunu belirteyim; aslında elbette sinema bitmemiş olabilir… Belki de sadece benim için bitmiştir. Yani bu beyan gayet sübjektif ve özneldir, bu iki kelime aynı anlama geliyor olabilir ama argümanımın altını çizmek istemek de hakkımdır! Belki de 37,5 yaşına gelen herkes birtakım usanmışlıklar yüzünden bazı köklü uğraşlarından soğumaya başlıyordur. Yani benim için bitmiş olan sinema, gayet bir başkası için yeni başlıyor olabilir. Bu mümkün. Ama biraz şüpheliyim.

Gelin size bu alaycı düşünce nerden çıktı onu anlatayım.

Avatar, Jake, Neytiri

Avatar: Way of Water

Her şey ikinci Avatar filmini izlememle başladı. Avatar 2: Suyun Yolu, tek kelimeyle muhteşem bir filmdi. Senaryosu sağlam, olay örgüsü tutarlı, yarattığı dünya ilginç ve geniş, karakterleri yerli yerinde ve inandırıcı, kurgusu akıcı, ses ve müzik tasarımı harika ve görsellerine laf edecek kişi herhalde gelecek yüzyıldan buraya gelmiştir denecek kadar maşallah… Ve bence aşırı sıkıcıydı. Belki 12 yaşımda bu filmi izlesem büyüdüğümde çocukluğumun efsane filmlerinden biri falan diye anardım ama geçen sene izlediğimde filmin bana çarpan hiçbir tarafı olmamıştı.

Peki ama neden? Bunca yıldır ister içimden ister dışımdan filmler hakkında çok fazla analiz yaptım. Ve genelde bir filmi beğenmezsem bir hata bulabiliyordum içinde. Ama sanırım ilk defa, en azından kağıt üzerinde hiçbir kusuru olmayan bir film için “iyi film” demek içimden gelmiyordu.

Aylarca bu konu aklıma takıldı. Ve kafamın bir köşesinde bu sorunun cevabını bulmaya çalıştım. Nihayet cevabı, o ara hayatımıza çoktan girmiş olup, her an yeni bir boyutuyla aklımızı alan, şimdilik dünyanın yeni oyalanma aracı olmakla beraber geleceğimize ciddi ölçüde yön verecek olan bir şey cevaba yaklaşmamı sağladı: Yapay zekâ.

Biliyor olmalısınız ki yapay zekâ görsel üretmeye veya metin yazmaya başladığından beri ‘acaba sanat eseri üretip üretemeyeceğini‘ tartışmaya başladık. Sanat eserleri kültürel gelişimin doğal birer bir sonraki adımları mıdır yoksa bireylerin biricik duygu veya düşüncelerinin ortaya dökümü müdür? Bilmiyorum. Yazının konusu da bu hiç değil zaten. Çünkü benim taktığım şey, yapay zekânın insanı taklit etmesi değil. İnsanın yapay zekâyı taklit etmesi. Daha doğrusu, yapay zekâ ile başarılmaya çalışılan şeyin yıllardır insan tarafından başarılmaya çalışılıyor olması. Ne peki o: Optimizasyon. Yani “EN İYİSİNİ ELDE ETMEK

Avatar 2, The Way of Water

Peki. Bir fabrikanın işleyişini optimize etmek kulağa mantıklı geliyor. En az emek, en çok üretim. Güzel. Bir çöpçatanlık aplikasyonun en çok eşleştirmeyi sağlamak için optimize edilmesi de insana mantıklı geliyor. Arama motorları, reklam algoritmaları, herhangi bir şehir sistemi, devlet bürokrasisi, restoran menüleri… Elbette her şeyi optimize etmeliyiz ki en iyi sonuçları alalım. Ama sanat? Sanat optimize edilebilir mi?

İşte derdim bu: Avatar 2 optimize edilmiş bir film. Her açıdan. Sadece çok kaliteli değil, gişesi de inanılmaz sağlam. Herkes izledi. Kaç kişinin hayatını değiştirdi bilmiyorum ama herkes izledi. Fakat sorum da şu: Eğer hayatını değiştirmeyecekse bir film izlemenin ne anlamı var?

Tabii ki her film veya her sanat eseri bunu başarmaz. Başaramaz. Ya da kimisi için başarır kimisi için başarmaz. Ancak bir filmin bunu yapabilmesi için bir özelliğinin baki olması gerektiğini düşünürüm: Samimi olması. Yani ister tamamında ister sadece doğumunda bir yerlerde duygu ve düşüncelere sahip bir yaratık tarafından insan ortaya konması gerekir. Çünkü gerçek olması gerekir. Anlattığı şeyin veya hissettirdiği şeyin gerçek olması gerekir. Gerekir ki bağ kuralım. Bir eserle hiç kimse bağ kurmazsa gene sanat eseri sayılabilir mi, elbette. Ancak o durum, deneyselliği aşırı uç noktalara taşımış bir sanatçının düşeceği durumdur. Ortada bir deneysellik yoksa ve yaratım süreci hakiki bir derdin ürünü değilse sanırım bir esere sanat olarak bakmak yanlış olacaktır.

Peki ama Avatar’ın bir hakiki derdi yok mu? O da var aslında. Doğayı koruyalım. Bu. Ve bildiğim kadarıyla bu öyle ısmarlama bir dert de değil. James Cameron hakikaten doğanın korunması konusunu sık sık gündem yapmaya çalışan bir tip. Yani derdi var. Ama doğayı koruyalım demek bugün milyonlarca dolara mal edilen bir bilim kurgu/aksiyon filminde kenarda durarak ekstra farkındalık hissedeceğimiz bir konu değil ki. Her yerde zaten duyduğumuz bir konu. Küresel ısınma sürekli konuşulan bir konu. Avatar 2 sayesinde bu konuya uyanan varsa, zaten onun uyanması bir fark yaratamaz bence bu saatten sonra.

Avatar 2 Way of Water

Peki Avatar kötü diye -hayır, aşırı iyi- mi biti sinema? Hayır. Çünkü sanki artık her film böyle gibi gelmeye başladı bana.

Ferrari.

Bugüne kadar izlediğim biyografi ve araba yarışı filmlerinden hiçbir farkı yok. Çok iyi, çok akıcı, oyunculuklar harika falan… Ama ee? Bir tarih dersi olarak izlenebilir ama film olarak daha önce görmediğimiz bir şey katıyor mu? Bana katmadı.

Rebel Moon.

Seven Samurai, Star Wars ve belki bir iki bilim kurgu filminin ortalaması gibi.

Dolunay Katilleri.

Amerikan yerlilerinin yaşadıklarına üzüldüm ki zaten üzücü bulurdum ama filmi izlerken aklımdan geçen tek düşünce şu oldu: haydi Scorsese, haydi anladık.

Yanlış anlamayın ha; usta yönetmen bu sefer başaramamış falan değil, gene süper bir film, süper bir kurgu. Ama daha önce de aynısını yaptı bu adam. Yani üzgünüm, daha önce süper bir film yaptıysan şimdi biraz daha süperini yapmalısın. Ama sanki bu filmi de Scorsese değil de sanki Scorsese botu yapmış gibi. Her şey çok optimize. Ama ruhu var mı?

Ruh.

Filmlerin ruhu olmalı. Ve optimizasyon bunu öldürüyor. Nedeni de çok basit: Sanat eserleri kitleleri etkilemek için zekâ içermeli, yetenek barındırmalı, emek ve detaylara dikkat sayesinde oluşmalı, içten olmalı ve dünyevi kaygılardan olabildiğince uzak olmalı. Ama en az bunlar kadar da CESUR olmalı. Eğer bir eser cesaret isteyerek ortaya konmuyorsa o zaman insanlara ilham vermez. Ve EN İYİSİNİ elde etmek istemek cesur bir davranış değil. Korkakça da değil. Öyle, faydacı bir davranış. Sanatsal bir harekete geçiriciliği yok.

Bazılarınız diyebilir ki Avatar o kadar çok paraya çekiliyor ki bu da cesurca bir davranış değil mi? Hayır, değil. Çünkü o, bir grup insanın parasını riske sokması. Kapitalistik bir risk. En fazla birileri para kaybedecek ve o kaybedecekleri para ,hayat tarzlarını bile değiştirmeyecek. Oysa bir sanatçı eseri yüzünden toplumdan dışlanabilir, hapsedilebilir hatta yaralanıp öldürülebilir.

Yalnız burada şöyle bir durum var; diyeceksiniz ki popüler kültür veya Hollywood sineması zaten asla sanat eseri üreten bir yer değildi, derdi hep paraydı. Evet, bu doğru olmakla beraber eskiden sinema dünyasının sermaye sahipleri ya işin sırrını henüz yeteri kadar keşfedemediklerinden ya da araçlar yeteri kadar gelişmediğinden “en iyi film” nasıl yapılır bilmiyorlardı, o yüzden sık sık bir filmin dizginlerini dahi olduklarına inandıkları bir yönetmene teslim ediyorlardı; o yönetmen de yeterli kaynağa sahipse vizyonunu gerçekleştirebiliyordu. Hatta gişesi kötü olmasına rağmen takdir toplayan filmler oluyordu ve nihayetinde onlar da Esaretin Bedeli gibi hakkettiği popülerliğe ulaşıyordu.

Ama artık bunu çok daha az yapıyorlar. Çünkü artık sadece bir filmin nasıl çekildiği değil, nasıl pazarlanacağı bile optimize ediliyor. Yani illa “iyi” bir film çekmek zorunda bile değiller. Satmayı biliyorlar artık. Ve en çok satacak ürünü geliştirmek de gitgide kolaylaşıyor. Ha uzun vadede buna seyircinin tepkisi ne olacak? Ben popüler sinemanın böyle böyle öleceğini ve bugün birçok daha eski sanat dallarında yaşandığı gibi genel bir eğlence aracı olmaktan çıkıp sadece meraklısının takip ettiği bir mecraya döneceğini tahmin ediyorum. Yani bence Hollywood sinemasının üretebileceği en iyi filmler geride kaldı.

Yani artık daha iyisi gelmeyecek bence.

Yazının başında belirttiğim gibi, bu benim boomer muhabbetim de olabilir. Ama belki de gerçekten o dönüm noktasına gelmiş de olabiliriz.

Eğer haklıysam da kafamda bir arayış canlanıyor. Madem artık daha iyisi gelemez; acaba en iyisi hangisi?

Nasıl belirlenir lan bu?

Author

Astrolojiye inanmayıp ikizler burcu olmakla gurur duyan, hem akıllı hem salak; hem iyi kalpli hem soğukkanlı, dengesiz bir tip. Azıcık totosunu kaldırsa dünyayı ele geçirme ihtimalinden ürküyor. En büyük düşmanları üç beyazlar: Şeker, Tuz ve Börek.

2 Comments

  1. Bu sanki tum medyalar icin gecerliymis gibi geliyor. Yeni cikan hicbir film, dizi, muzik, oyun icimde bir heyecan uyandirmiyor. Steam kutuphanemde hem yeni hem de eski bir suru oyun var ama yenileri oynayasim gelmiyor. Bir suredir streaming service olmadan, telefonuma indirerek muzik dinliyorum. Her “Bakalim yeni ne cikmis?” dedigimde kendimi bir sey indirmemis bir sekilde buluyorum. Filmler konusunda ise dediklerinize, bir Gen Z olarak, harfiyen katiliyorum diyebilirim. Yani boomer olmanizla alakali degil ehehehe 😀

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.