Faux Play olarak geek dünyamızı ilgilendiren konuların duvarlarındaki fare deliklerine bakmayı görev biliyoruz. Bu seferki konumuz Hunger Games şerefine “Ölüm Oyunları”. Birilerini eğlendirmek için ölüm oynayanları, futboldan oyunlardaki “deathmatch” kavramına, antik Roma’nın gladyatörlerine dek inceliyoruz, tartışıyoruz, konuşuyoruz. Sohbete siz de katılın.
Büyük bekleyişin ardından “direne direne kazanmanın” distopya alemindeki ismi Katniss Everdeen, yeni Hunger Games macerası ile karşımızda, hepimize hayırlı olsun. Normalde gençlik bilimkurgularına mesafeliyimdir, ama ilk Hunger Games filminden pek keyif almıştım, ikinciyi de beğeneceğime inanıyorum. İnsan avı temalı filmler bolca mevcut, ama buna doyurucu bir sistem ve medya eleştirisi getirebilen çok da eser yok.
Gerçek Açlık Oyunları
İktidarların kitleleri evcilleştirmek için sunduğu büyük oyunların/gösterilerin zamanla o iktidarı yok eden etmenlerin doğum yeri olması pek şiirsel değil mi? (Yeni başlayanlar için bir tutam diyalektik materyalizm) Olaya bu pencereden baktığımızda Hunger Games daha çekici bir filme dönüşüyor. Dünya çapında popüler bu serinin esin kaynakları arasında pek çok film ve kitap sayılırken ilginçtir hiç de bu çok basit fikir zikredilmiyor. “Gençler ormanlık alanda birbirlerini katlediyor işte” yargısıyla olayı Battle Royale’e indirgemek fazla kolaycı, neredeyse düz adamlık hani. Oysa ki tarihe baktığımızda yazar Suzanne Collins’i etkileyecek malzeme çok, zira insanoğlu zaten sayısız defa açlık oyununa katılmaya zorlanmış. Çok fazla kazandığımız an olmamış ama o nadir zaferler de tarihe geçmeyi bilmiş. Sistemin bizi kendi oyununu oynamaya zorladığı bir günde tüm kumpaslara rağmen kazanmak kadar müthiş bir şey olabilir mi? Hayır, size Spartacus’ün hikayesini anlatmayacağım, bahsetmek istediğim konu çok daha yakın bir tarihe, İkinci Dünya Savaşı yıllarına ait…
Bizim kuşak için “Death Match” terimi oyun literatüründe başlayıp orada gelişir ama bu terimin özelde Ukrayna genelde ise dünya spor tarihinde anlamı ise çok daha köklü. Şimdi Quake turnuvalarımızı biraz geride bırakalım ve 1940’lara gidelim. Savaşın en şiddetli zamanlarındayız. Nazi ordusu Hitler’in Barbarrossa Operasyonu kapsamında 1941’de Ukrayna’ya girmiş ve sert yönetimini beraberinde getirmiştir. Ordu yönetiminin Kiev’deki ilk işi tüm okul ve üniversiteleri kapatmak, 600.000’in üzerinde Sovyet askerini esir almak ve sadece iki gün içerisinde 33.000 Yahudi’yi katletmek olur. Altmış yaşının altındaki herkes Almanlar için üretim yapacak, karşı çıkanlar idam edilecektir. Kasım 1941’in sonuna gelindiğinde (işgalin dördüncü ayı) ölü sayısı 100.000’i geçmektedir, bunların 75.000’i de Yahudidir..
Tüm bu vahşetin içinde varlığını korumayı başaran bir spor dalı dikkatleri çeker: Futbol. Ukraynanın en önemli takımı Dynamo Kiev 1930’lardan beri bu büyük başarılar elde etmiştir. Takımın oyuncularının Alman işgalini engellemek için cepheye gitmesi ve akabinde esir alınmaları, Dynamo’nun bir süre sessizliğe gömülmesine sebep olur. 1942 yılına gelindiğinde Dynamo oyuncularının bir kısmı serbest bırakılır ve Kiev’e döner. Bir fırında çalışmaya başlayan oyuncular, burada yeni bir futbol takımı kurmaya karar verirler ve FC Start’ın (Futboll Club Start) temelleri atılır. Yeni takımın adı, ülkenin Sovyet ve Nazi yönetiminden bağımsız yeni bir başlangıcını simgelemesi için Start olarak seçilmiştir.
Kurulmasının hemen ardından FC Start sahalara oldukça iddialı bir giriş yapar. Takım Macaristan’la yaptığı maçı 6-2, Romanya ile olanı ise 11-0 kazanır. FC Start’ın hızlı yükselişi Almanların da gözünden kaçmaz. Bir alman askeri takımı olan PGS, FC Start’ın karşısında 6-0’lık bir hezimete uğrar.
FC Start yükselişe geçerken ülkede Alman yönetimi despotluğunu sonuna kadar konuşturmakta ve toplumda Sovyet yönetiminin en sert zamanlarında bile yaratmadığı bir huzursuzluğu doğurmaktadır. Hem toplumu “normalleştirmek” hem de Ukraynalıların Ruslarla olan etnik geriliminden faydalanmak isteyen Alman yönetimi çareyi bir Ukrayna takımı ile yapılacak dostluk maçında bulur. Dünyanın hakimi Aryan ırkının simgesi bir futbol takımının karşısına çıkarılacak rakip de pek tabii güçlü bir rakip olmalıdır. PGS’yi yenmelerinden ötürü zaten Almanların nefretini kazanmış FC Start maç için en uygun rakip olarak seçilir.
Her ne kadar The Death Match’in tarihi 9 Ağustos 1942 olarak belirtilse de süreç ilk olarak üç gün öncesinde, 6 Ağustos’ta başlar. FC Start’ın rakibi Alman Hava Kuvvetleri’nin (Luftwaffe) yenilmez takımı Flakelf’tir. Daha birkaç gün önce başka bir Ukrayna takımı olan Rukh’u kolaylıkla yenmiş olan Flakelf’in kendine güveni tamdır. Zaten kimse de Almanların sahada yenilmesi gibi bir ihtimali düşünmemektedir, FC Start’ın oyuncularından başka… FC Start bu maçta cesaret edilemeyen bir işe girişir ve Flakelf’i 5-1’lik bir skorla mağlup eder.
Almanlar için sonuç dehşet vericidir. Ukrayna gibi baskılar altında ezilmeye mahkum bir ülkenin takımı Aryan ırkını nasıl bu kadar kolaylıkla yenebilir? Maçın skoru gazetelerde yazmaz ancak bu zaferin duyulmaması imkansızdır. Alay konusu olmayı kendine yediremeyen Alman yönetimi hemen üç gün sonraya, 9 Ağustos’a bir rövanş maçı düzenler (rövanşı kelimesini burada tam anlamıyla bir revenge/intikam olarak düşünün).
Tabii her maç gibi The Death Match’in de sahaya yansımayan hikayeleri vardır. Mesela maçtan hemen önce takım bir SS subayı tarafından Alman yönetimine olan saygılarını göstermelerin gerekliliği ve kazanmalarının getireceği felaket konusunda “nazikçe” uyarılır. Bu uyarının FC Start’ın oyuncuları için çok da göz korkutucu olduğunu söyleyemeyiz, zira maçın başlangıcında Flakelf yönetime saygı gereği “Heil Hitler” nidasını atarken Ukrayna takımı bir Sovyet spor selamı olan “FizcultHura” ile karşılık verir. Oldukça çekişmeli ilk yarının sonucu hiç de şaşırtıcı değildir: Flakelf 1 FC Start 3. SS subayları devrearasında yeniden FC Start’ı ziyaret eder ve dönüşü olmayan bir yola girmemeleri gerektiğini belirtir ama FC Start’ı amacından saptırmak gezegeni yörüngeden saptırmak gibi bir şeydir artık. İkinci yarı bittiğinde Ukrayna, Alman yönetimini 5-3’lük bir skorla yenmiş ve pek çok ezberi bozmuştur. Yönetim, ikinci bir rövanşı göze alamaz çünkü Flakelf’in bir kez daha yenilmesi ihtimali bile dehşet vericidir. The Death Match, FC Start’ın mutlak zaferi ile sonuçlanır.
Olayların bu noktaya kadarki kısmı konusunda kimsenin şüphesi yok. Maç sonrası gelişen olaylar ise çok bilinmemekte. Birkaç gün içinde FC Start’ın oyuncuları Rus casusu oldukları iddiasıyla çalıştıkları fırından alınıp tutuklanırlar, bu kısmı da biliyoruz. Ne var ki oyuncuların başına gelenler hakkında net bir bilgi yok. Savaştan sonra FC Start’ın zaferi Sovyetler tarafından yoğun şekilde kullanılan bir propaganda hikayesi olur ve dramatik etkinin arttırılması için tüm FC Start oyuncularının Naziler tarafından katledildiği iddia edilir. Bu bilgi sadece kısmen doğrudur, oyuncuların bazıları Gestapo tarafından vurulur, üç kişinin de kamplarda “itaatsizlik” ya da “sabotaj” gibi suçlardan idam edilir ancak kalanların kaçabildiklerine inanılıyor.
Cehennemde İki Devre
The Death Match’in yarattığı etki savaştan sonra da oldukça büyük olmaya devam eder. Konu hakkında pek çok film çekilir. İlk film 1962 yılında Two Half Times in Hell adıyla çekilen Macaristan yapımıdır. Bunu 1981 tarihli Escape to Victory izler ki, konu hakkındaki en popüler film budur. Tabii bu Amerikan yapımında Ukraynalı kahramanların yerini Almanlara esir düşmüş Amerikan askerleri alır. Gene de Sylvester Stallone, Michael Caine ve Pele (evet, Pele!) gibi isimleri bünyesinde barındırdığından fırsat bulunduğunda seyredilmesi mecburidir, kaçırmak olmaz. 2012 Rusya yapımı Match ise tarihsel gerçekleri yok saymasından ve bir propaganda filmi tonuna bürünmesinden ötürü pek çok olumsuz eleştiri toplamıştır (Öyle ki filmin vizyon tarihinin Euro 2012 ile kesişmesinin holiganlığı ve aşırı milliyetçiliği tetiklemesinden korkulmuştur).
Böyleyken böyle işte. Direnişin bazen nereden nasıl geleceğini bilememek, en baskıcı günleri bile yıkıp tarih sayfalarına geçtiğini görmek şaşkınlıkların en güzeli değil de nedir? Hepimize iyi Hunger Games seyirleri…