Video oyunları adından da anlaşılabileceği gibi ana odağına her zaman oynamak fiilini yerleştirmiş bir aktivite idi. Uzun yıllar boyunca oyuncuların önemsediği tek şey atlamak, zıplamak, öldürmek ve finale ulaşmaktı. Oyunlarda bulunan karakterler, kısa metinler, hikâye akışı gibi faktörler hem sınırlı hem de hikâye anlatmayı ana unsuru belleyen diğer medya türleri olan film, dizi, çizgi roman ve kitaplara göre oldukça zayıftı. Yıllar içinde bu durum değişmeye ve video oyunlarını geliştiren kişiler de yavaş yavaş hikâye anlatımını da önemsemeye, onu da oyunların önemli bir kolu olarak görmeye başladı; RPG‘ler ve adventure türündeki oyunlar, hikâye anlatımı konusunda en önde gelen türlerdi.
2000’li yıllara geldiğimizde ise bu önem verme konusu, diğer türlerin yapımcıları tarafından da iyiden iyiye benimsenmeye başladı. Max Payne, Mafia, Call of Duty gibi seriler, sadece adam öldürme değil de karakter ile bütünleşme ve ona ne olacağını, başına neler geleceğini umursama gibi durumlara sokuyordu bizleri. İşin daha sinematik kısmına baktığımızda ise 2007 yılında çıkış yapan Call of Duty 4: Modern Warfare’ı gösterebiliriz, bu oyun ve hikâyeyi sunuş tarzı sektörü, bir daha geri dönülmeyecek biçimde etkiledi. Oyunlar artık hikâye anlatımının ötesinde interaktif sinema filmleri gibi de hissettirmeye başlamıştı ve hatta bu interaktiflik sebebiyle de herhangi bir film veya dizinin size hissettiremeyeceği duyguları bile hissettirebiliyordu.
Böyle bir giriş yapmamın sebebi, bahsettiğim interaktifliğin ve sinematik hikâye anlatımının zirveye taşınışını temsil eden oyuna dair bir şeyler söyleyebilmek: The Last of Us. 2013 yılının Haziran ayında hayatlarımıza bir daha çıkmamak üzere giren, tüm zamanların en çok ödül almış üçüncü oyunu unvanını elinde tutan ve üzerinden geçen sekiz seneye rağmen hâlâ tema müziğini duyunca gözlerimizi dolduran o oyun, sektörü tekrardan bir sarstı diyebiliriz. Karakterlerin birbirleriyle etkileşimini ara sahnelerden çıkartıp oyun içine yediren ve oynanış ile ara sahne ayrımının gittikçe daha da silikleşmesine öncü olan bu oyun, Naugthy Dog’u sektörde de zirveye taşıdı. Her ne kadar Uncharted benim favori serim olsa da ilk The Last of Us’ı da bayağı severim ve bence bir başyapıttır saydığım nedenlerden de dolayı. Bunların üstüne de Naughty Dog’un eğlenceli aksiyon macera oyunu mekaniklerini koyunca zaten başarı kaçınılmaz oldu ekip ve oyun için. Yeni bir efsane doğdu özetle.
Başlığı okuduysanız bu yazının nereye doğru gittiğini de anlamışsınızdır. Evet, çıkışına kadar ki süreci ayrı bir olay, çıktıktan sonrası ise bambaşka bir olaylar zinciri oluşturan ve hâlâ daha bahsi geçtiğinde birbirine zıt iki kutbu inlerinden çıkartıp ilk günkü hararetle tartışmaya iten o oyun: The Last of Us Part II. Bu yazıda değineceğim şeyler değil bunlar, merak ediyorsanız internet, bir tanesine şuradan göz atabileceğiniz konu üzerine haberler ile dolu. Bugün bahsedeceğimiz şey ise –ilk oyundan hikâye ve soundtrack olarak daha zayıf olsa da– en sevdiğim oyunlardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim The Last of Us Part II’nin ta kendisi olacak. Görselden sonrası spoiler dolu haberiniz olsun.
Peki oyunu bitirip, üzerine konuşup başka ufuklara yelken açtığımız o günlerden tam bir sene sonra Part II bizde nasıl bir hatıra bıraktı? Part II’nin bende oluşturduğu en büyük duygu, acı çekmek idi galiba fakat bu çektiğim acıdan da mazoşitçe bir zevk aldım aynı zamanda. Ekranda olanlar, yönettiğim karakterlerin yaşadıkları beni kahrediyordu ama bir yandan da o kadar gerçek geliyordu ki bir türlü devamını görmekten kendimi alıkoyamıyordum. Oyunun oyuncuya sağlı sollu girişmesi, dünyasını en soğuk ve acımasız şekilde yansıtması ayrı bir bağımlılık yaratıyordu bünyemde. ‘’Neden ya!? Allah kahretmesin!’’ nidalarını kullandım sık sık.
Hatırımda kalan bir diğer güçlü nokta ise empati duygusunun gücünü ve kendimizi haklı gördüğümüzde ne kadar korkunç şeyler yapabileceğimizi iliklerime kadar hissetmekti. Hikâyenin her iki tarafını da deneyim ederken o karaktere hak veriyorduk. Bu ya Ellie gibi en baştan oluyordu bizde ya da Abby gibi en başta sayıp, sövüp oyunu bırakmak istesek de bir yerden sonra yerleşiyordu zihnimize ve hislerimize. Ellie zaten ilk oyundan tanıyıp sevdiğimiz ve intikamını sonuna kadar desteklediğimiz karakterdi, asıl olay Abby’yi benimsemekti ya da en azından anlayabilmek. Neil Druckmann ve Haley Gross bu hikâyeyi yazarken eminim ki Abby’nin ilk aşamada ne kadar büyük bir nefretin öznesi olacağını ve oyuncunun onu yönetmek istemeyeceğini düşünmüşlerdir fakat aynı zamanda onun bireysel hikâyesinin sonuna yaklaşırken de onca yaşadığı şeyi görüp, Lev ile ilişkisine bakıp aslında Ellie’den çok da farklı olmadığını kabulleneceğimizi de umut ettikleri aşikar.
Ben Abby’yi seviyorum galiba, hâlâ Joel’a yaptıklarını kabullenemiyorum kişisel bir noktadan bakınca fakat en azından anlıyorum. Yine de yazar ikilisinin Abby’ye ekstra nefret duyalım diye Joel’a –karakter dışı olduğunu düşündüğüm şekilde– işkence edişini eklemesi biraz eğreti durmuyor değil. Ya da Abby ile sevdiğimiz köpekleri Ellie iken vahşice öldürmek de yine –ben çok rahatsız olmasam da yedirilişinden– Abby’ye karşı olumlu yöne kayalım diye yapılmış ve biraz zorlama duran noktalardan.
Burada oyundaki bütün olayları anlatacak değilim tabii ama değinmek istediğim bir nokta da şu meşhur final dövüşü. Oyun tarihinin en efsane final bossları arasına rahatlıkla adını yazdıran bu muhteşem dövüşte iki tane yorgun düşmüş ve tükenmiş kadının, en sevdikleri uğruna son bir kez mücadelesine tanık oluyoruz. Ellie, Joel’un kanını yerde bırakamayacağının farkında çünkü kabuslarının başka şekilde dinmeyeceğini düşünüyor; Abby ise onca zaman sonra yeniden kendini hayata bağlayan Lev’e sırtını dönemez. Bu dövüş esnasında insanların genel görüşü, Abby’yi artık öldürmek istemiyor oluşları; ne yalan söyleyeyim ben –bütün yaşananlara rağmen– ölmesini istiyordum ve bekliyordum da fakat şunu diyebilirim ki ölmediği için hayal kırıklığına uğramadım. Belki de tıpkı Ellie gibi ben de sonunda tek çözümün bu olmadığının farkına varmıştım ve zor da olsa Joel’un hatırasını yaşatmanın başka yolları da olduğunu anladım.
The Last of Us Part II intikam duygusunun ne kadar karanlık noktalara gidebileceğini ve bizden neler alıp götürdüğünü son sahnede Joel’un kendisine söylediği şarkıyı, kaybettiği parmakları yüzünden çalamayan Ellie ile de somut şekilde gösteriyor. Ayrıca empati duygusunun nelere kadir olabileceğini de güzelce aktarıyor yine, hem de belki de bir oyunda daha önce örneğine seyrek rastlanır şekilde. Tabii bir The Last of Us klasiği olarak son flashback ile de bizi ekrana sulu gözler ile bakıp ‘’Neden ya?’’ sorusuyla baş başa bırakıyor…
Peki, siz ne noktadasınız? Oyunun mekanikleri öven, hikâyesine söven kitleden misiniz? Yoksa oyunu benimseyenlerden mi? Part III gelsin mi? Gelirse ne anlatsın? Yorumlara yazın da beraber tartışalım.