Muhtemelen bir yerden duymuşsunuzdur, geçen senenin başarılı işlerinden The Get Down‘ın ikinci sezonu geçti izleyicilerin karşısına geçtiğimiz hafta. Mısırlarımızı patlattık, masalarımızı temizledik; Shaolin Fantastic ve Ezekiel Figuero’nun disco müziğin küllerinden yepyeni bir tür doğurmasını izlemeye koyulduk. Baz Luhrmann’ın dizisi genel hatlarıyla bu konuya çok büyük bir önem gösterdiği için, tarihsel süreci konusunda da aydınlandık pek çok noktada.
Daha doğrusu aslında, The Get Down’ı izlerken insan fark etmeden edemiyor: Amerikan müziğinin aşağı yukarı son yüz senelik tarihinde Afro-Amerikan kültürü tahmin edebileceğimizden çok daha kritik bir yer kaplıyor. Mevcut popüler müzik dünyasında Karayipler‘den gelen tropik house ezgileri haricinde liste başlarını zorlayan hemen hemen tüm janrlar bir veya öteki şekilde Afro-Amerikan müziğine bağlanıyor.
Mesela, rap‘i ele alalım. Rap zaten şu an çoğunlukla siyahi kültürüne ait olarak görülüyor. Ancak mevcut rap, daha ziyade EDM müzikten etkileniyor şu sıralar. Kanye West’in sürüklediği bir akım var ortada. Daha sert, daha vurgulu, Aphex Twin‘leri, Daft Punk‘ları sample’layan bir mantık hüküm sürüyor. Yalnız biraz daha eskiye gidin, orada R&B, funk ve disco var. Dr. Dre’nin etkilendiği funk efsanelerini iki elin parmaklarında saymak mümkün. 70’ler dönemi Hip Hop’ın disco’dan aldıklarını her gün The Get Down’dan izleyebilirsiniz zaten. R&B üzerinden, herkeste ciddi bir blues hissi var zaten; özellikle de 80’ler dönemi işlerde.
Peki ya caz? Caz. Bildiğimiz caz. La La Land’de beyaz adamların kurtarmaya çalıştığı, Afro-Amerikan kültürünün yapıtaşı seslerinden biri olan caz. Ona bağlantı kuran bir rap albümü, şarkısı yok mu şu dünya üzerinde?
Olmaz mı? A Tribe Called Quest diye bir grup var. Eğer bu dakikaya kadar rap’i sadece ana akım üzerinden takip ettiyseniz ve fikrinizi onlar üzerinden oluşturuyorsanız, bu grubu duymamış olmanız muhtemel. Belki yolu bu grupla aynı yerlerden geçen bazı kişiler tanıdık gelir sizlere. Kurucusu Q-Tip mesela. 1990’lar başı Doğu Yakası alternatif rap müzik ortamlarında grupla uzak akraba olan tanıdık isimler de var pek çok. Busta Rhymes mesela, De La Soul ya da…
Onların da 1991 tarihli bir albümü var, The Low End Theory. Baştan çok net söyleyeyim, bu albümü gönül rahatlığıyla rap sevmeyen arkadaşlarınıza dinletebilirsiniz. Çünkü garibim, muhtemelen o güzide insan dinlediği Future’u rap zannettiği için sevmiyor janrı. Buyurun, onlara bir kuple The Low End Theory verin. Var olan herhangi bir müzik türünün fersahlarca ötesinde katmanlara sahip, dibine kadar serin, ve damarlarından parmaklarına kadar caz kokan bir albüm dinlesinler. Kendilerine gelsinler. Sizinle olan arkadaşlıkları pekişsin, dünyaya daha rahat bakan insanlar olsunlar.
Çünkü The Low End Theory, çok çok kaliteli bir albüm olmasının haricinde, bir tarih dersi de aynı zamanda. Çünkü dinlerken arkadaki muhteşem caz tınılarını fark ediyorsunuz. Bunlar hiç zorlama olmadan, büyük bir ustalık ve samimi anlamıyla söylüyorum, ince bir zekayla kesilmeden biçilmiş ritmler. A Tribe Called Quest üst tarafta kelimelerini ve uyaklarını zaten konuşturmuş, döktürmüş. Anlattığı şeylerin kıymeti zaten tartışmasız. Ama hepsini sırtlayan şey, alttan alta esen ve kesinlikle “bir dakika, biz de HİP HAP YAPACAĞZ” gazlarına mağlup olunup önü kesilmemiş o serin caz rüzgarı.
Dinledikçe fark edeceksiniz, bu caz damarı muhafaza edildiği için, dinlemesi pamuk gibi bir albüm The Low End Theory. Hatta spesifik olarak bu yüzden, tarihin en rap sevmeyen insana önerilecek rap albümü olma onurunu kendisine verebiliriz. Şuraya bırakıyoruz. Bi’ dinlesenize?