Yazı yazmak zor bir iş… Bunu daha Geekyapar’a ilk yazımı yollarken anlamıştım. Bazen düşündüğünüz sözcükler bir anda kafanızda beliriyor, bazense saatlerce boş bir word dosyasına bakarken buluyorsunuz kendinizi. Bazen yazmak istediğiniz konu dışında duyduğunuz en ufak bir kelime bütün dikkatinizi dağıtıyor, bazense duyduğunuz o kelime bambaşka dünyalara götürüp bambaşka bir yazı yazdırıyor size.
Edebiyatın en garip yanı da bu sanırım. Edebi bir kaygıyla yazılmış herhangi bir söz, bir beyit, bir dize ya da koskoca bir paragraf sizi bambaşka yerlere götürüyor. Bunu ilk anladığımda Kvothe’nin parası yazısını yazıyordum sanırım. Günlerce baktığım boş bir sayfaya, arkadaşımın yaptığı Patrick Rothfuss alıntısı sayesinde bir anda birkaç sayfa yazı yazdım ve bunun sayesinde Geekyapar’dan bir davet aldım, hayallerimde bile görmediğim bir şeye; kendimi ifade etme şansına eriştim. Bu şansı elde ettiğim için her zaman bana vesile olan insanlara büyük minnettarlık duydum. Ama minnettarlık duymam gereken bir şeyin daha olduğunu fark ettim; edebiyatın büyüsüne.
Öyle bir büyü ki bu sizi bir dünyadan başka bir dünyaya anında ışınlayabiliyor. Bir anda iki farklı zamanın ya da iki farklı olayın birbirlerine olan benzerliklerini yakalamaya başlıyor, aydınlanıyorsunuz. Bir otobüste okuduğunuz bir paragraf bir şiiri hatırlatıyor, o şiiri okurken aklınıza bir şarkı geliyor, şarkıyı dinlerken bu şarkıyı kullanan bir filmi izlemeye başlıyor ve filmin anlattığı olaylar ile ilgili tarih kitaplarını karıştırırken buluyorsunuz kendinizi. Kendi başınıza sadece zaman geçirmek için okuduğunuz bir kitaptaki sadece bir paragraf küçük bir hayat deneyimine dönüşüyor, her şeyden lezzet alıyorsunuz.
“Hareket üzerinden gerçekleşmekteyiz, ancak ölümle tamamlanacağı ana kadar hareketimiz hep eksik, hep yarım, mükemmellikten uzak kalıyor. Bir sonraki hareketimizi de, onlardan sonrakileri de geliştiren şey aslında işte bu ölene kadar tamamlanmayacak eksiklik, yarımlık, mükemmellikten uzaklık… “
Bu sene Erzurum’dan kalkan bir otobüs yolculuğunda aslında tam olarak temaya uygun olmasa da Stefan Grabinski’nin tren seyahatlerini anlattığı Hareket İblisi kitabında denk geldim bu cümleye. Aslında bu söz Stefan Grabinski’ye bile ait değildi, daha önce kitabın çevirisini yapan ve bir kez daha aynı çeviriyi yapma fırsatı bulan Osman Fırat Baş’ın önsözünden bir kısımdı. Yine de birkaç saniyeliğine kitabı elimden bırakmama, kulaklığımı takmama ve İsmet Özel’in “Şivekâr’ın Yolculuğudur” şiirindeki şu mısralara götürdü beni;
“Eskiler iz sürerdi.
Biz muttasıl arıyoruz yeni insanlar.
Arıyoruz âlemin iç yüzünden zihnimize
Yansıyan bir tasarımla gerçeği.
Belki bu dizeler tek başına okunduğunda bir anlam ifade etmiyordur size, belki de ben yedi yıllık bir maceramın sonunda okuduğum için anlamlı geliyordur. Ama edebiyatın en güzel yanı da bu ya; okuyana göre farklı güzellikler içermesi. Her okuduğunuzda farklı bir anlam katmanız okuduğunuz şeye. Bir şiir okumuştum artık ve bir film izlemem gerekti, bunun için Ölü Ozanlar Derneği’nden daha güzel bir film olabilir miydi?
“Kendi sesinizi bulmak için çabalamalısınız çocuklar. Çünkü ne kadar çok beklerseniz, kendi sesinizden o kadar az bulursunuz.”
Eskiler iz sürerdi, kendinden önce yaşamış rol modellerinin ayak izlerini takip ederek istedikleri hayatlara varmak için. Biz ise arıyoruz sürekli, kalabalığın içerisinde kendi sesimizi, gökkuşağında kendi rengimizi bulmak için çabalıyoruz. Bunun için daha önce çabalayan ve başaramayan, renkleri griye dönmüş abilerimize, ablalarımıza bakıp korkuyoruz; “ya ben de böyle olursam, ya hiç kendi sesimi bulamazsam?”
Birçoğumuz çok erken yaşlarımızda deniyoruz aslında. Ama ilk uçuş denemelerimiz hayal ettiğimiz gibi olmayınca vazgeçiyoruz. “Herkes martıdır doğumunda,” demişti bir keresinde Tevfik abi, “vazgeçer sonradan çoğunlukla.” Oysa mükemmellik bizim kendi kendimize yaptığımız bir aldatmacadan başka bir şey değil midir? Yaşadığı ve kendini sürekli geliştirdiği sürece bir insan, gerçekten “ben mükemmelim” diyebilir mi?
Öyleyse gerçekten hareket üzerinden gerçekleşmekteyiz, her gün yeni hatalar yapmakta, her gün yeni dersler almaktayız. Asla mükemmel olamayacağız, ta ki yaşamlarımızın son bulduğu o güne kadar. Yine de o güne kadar kendimizi sürekli geliştirmek, çabalamak ve aramak zorundayız. Kalabalığın içerisindeki sesimizi aramak… Gerçi İsmet Özel’e soracak olursanız, biz yenilerin kaybolmaktan korktuğu için bir an önce dağılmayı dilediğimizi söyler. Eh biraz da haklılık payı var, sonuçta ben kimim İsmet Özel ile tartışayım…
Bunları yazıyorum çünkü korkuyorum. Bir gün sesimin hiç duyulmayacağından, rengimin hiç görülmeyeceğinden korkuyorum. Ve belki de yazılarımızı okuyanlar arasında benim gibi insanlar var biliyorum. Size hiçbir şeyin garantisini veremem. Ama arayışınızın, vazgeçişinizin ne kadar doğal olduğunu ve bunun için çabalamaktan ve başaramamaktan daha doğal bir şey olmadığını söyleyebilirim. Sizi ikna edemem biliyorum, bu yüzden birazcık kendime kızgınım, Martı Jonathan Livingston da öyle;
“Bir kuşu özgür olduğuna ikna edebilmek niye dünyanın en zor işi? Üstelik çok kısa süren bir çalışmayla bunu kendilerinin de anlaması bu kadar mümkünken. Bu iş bunca güç olmak zorunda mı?”
Son olarak size bir dost olarak söyleyebilirim ki mükemmellikten çok uzağım ve çok uzaksınız. Umarım uzun süre de öyle kalırız. Daha uzun yıllar boyunca kendimizi ararız, geliştiririz, farklı renk ve sesler olarak dünyaya bir şeyler katarız. Sakın mükemmel olmayı dilemeyin. Zira mükemmellik türküsüdür ölümün…