Son birkaç ayımızı bizi bezdirecek kadar meşgul eden Barbenheimer’ın öznesi iki film de sonunda nihayetine ulaşarak vizyona girdi. Tarzları, dertleri ve tabii ki hedef kitleleri farklılaşan bu iki film, insanları genelde pandemi, özelde ise ülkemiz için eklenen ekonomi sebebiyle uzaklaştıkları sinema salonlarına hevesle döndürebilecekler mi bilemem fakat gerçekten, özellikle bu ayın başından beri bu iki filmle ilgili o kadar çok şey söylendi ve çoğunluğu Barbie’nin başının altından çıksa da haklarında o kadar reklam yapıldı ki izlenmeleri mecburmuş gibi bir his yaratıldı.

Bu bezdirici dalgadan yaka silktiğim için tercihimi Nolan’ın yeni filminden yana yapmışken, buncadır beklenen filmle ilgili spoiler’a kaçmayacak bir Oppenheimer incelemesi yazmak istedim. Buyurun, üç iyi üç de kötü tarafıyla Oppenheimer nasıl bir filmdi?

Oppenheimer inceleme

Oppenheimer’ın 3 Sevabı

1) O Kadar Uzun Gelmiyor.

İlk maddeyi böyle açalım çünkü hem bilgisayar ve mobil cihazlara kayan tüketim alışkanlıkları hem de özelde güzel bir yaz gününde, “Atom bombasının babası“nı anlatmak gibi bir misyonu üstlenen bu ‘hafif‘ denilemeyecek filmin süresi 3 saat. Fakat filmi izlerken o süre üç saat gibi gelmiyor; tabii ki bunu salonun durumu yahut sizin psikolojik ahvaliniz gibi film dışı etkenleri dışarıda bırakarak söylüyorum. Ne çok tempolu ne de çok yavaş bir filmle karşılaşıyorsunuz, gerildiğiniz yerler de oluyor rahatladığınız yerler de. Minicik bir niyet varsa çabucak filmin içerisine çekiliyorsunuz. Nolan da zaten ondan bekleyebileceğiniz şekilde normal zamanda size anlamsız gelebilecek ya da ilgisiz kaldığınız konuları basitçe özetleyerek, bir illüzyon da olsa daha en başından mevzuya hâkimmişsiniz gibi hissettirmeyi başarıyor.

Bunun yanında yine Nolan’dan beklenebilecek şekilde filmin birbirine bağlanan üç cepheden anlattığı bir hikâyesi var; ikisi eşzamanlı, biri ise daha başka zamanlarda dolaşan bir kurul, bir duruşma ve bir de Oppenheimer’ın artık eskide kalmış hayat hikâyesini farklı cephelerden, farklı sinematik tercihlerle izliyoruz. Ve bu sefer Nolan’dan beklenmeyecek şekilde de bu birbirine bağlı, birinin bıraktığı yerde elinden tutup devam eden hikâyeler, ilk şok etkisi yahut yirmi yıl daha muallaklığının konuşulması uğruna zorla karıştırılmamışlar. Ne varsa birbirini tutuyor, ne gördüyseniz başka bir zaman diliminde oraya tekrar döndüğünüzde bir başka anlam ekliyor. Kurgu yönetmenine de binlerce sevgiler elbette.

Biraz insan hafızasının çalışması gibi, yıllar geçtikçe anılar bulanıklaşır ya da eksik noktalar kalır ama bir kere anlatmaya başlayınca hem bir şekilde sizi yanıltarak da olsa geri gelirler hem de bittiklerinde az-çok belirli bir kompozisyonda dizilirler. Nitekim filmde bu hafıza akışına pek çok yönlendirme bulunduğu gibi, bunların hepsi de bir biyografi izlediğimiz için bağlamla daha uyumlu.

2) Kral ya da Soytarı Yaratmıyor.

Robert Oppenheimer

Bir insanın hayat hikâyesinin tarafsızca anlatılabileceğini sanmıyorum. Otobiyografiler nasıl sadece kendini gören aynı insanın, kendi yaşamlarına yönelik kurgularıysa biyografiler de onları kaleme alanların başka birini görme biçimlerini yansıtan daha geniş kurgular. Takdir edersiniz ki bunların birçoğu da salt akademik amaçlarla yazılmıyorlar dolayısıyla o insanın en parlayan ya da en sönen yönlerini öne çıkartarak günün sonunda anılarının dizildiği bir kaynakta ya bir idol ya bir kötü adam ortaya koyuyorlar. Hele ki burada popüler kültürün kapısını kafa atarak kırmaya gelen bir film senaryosundan bahsediyoruz.

Oppenheimer’ın hanesine artı yazdıran en büyük şeylerden biri de o yüzden Oppenheimer ile ilgili kesin bir yargı belirtmekten kaçması. Bazı yerlerde eski tip o “çok zeki, çok başarılı ve çok çapkın” erkek karakterler gibi görünüyor bazı yerlerdeyse “taşıyamayacağı yüklerin altına girmiş, egosuna yenilmiş bir adam” tiplemesi gibi. Kendisinden dinlediğinizde farklı, başkasından dinlediğinizde farklı; daha da bir başkasından dinlediğinizde çok daha farklı bir insan olduğuna ikna olabilirsiniz. Zaman zaman Nolan, Oppenheimer adına özür dilemiş ya da ona yönelik bakışınızı etkilemek istemiş olabilir ama bu da neticede ismi Oppenheimer olan bir film.

Önemli olan filmden çıktığınızda, Amerika’nın Prometheus‘u olmak kadar büyük bir tanımlamanın öznesi olmayı nasıl taşıdığıyla ilgili tek bir fikriniz olmuyor. Yaptıklarından gerçekten pişmanlık duymuş muydu? Bu soruyu filmi izledikten sonra, muhtemelen iki-üç farklı bakış açısıyla kendinizin yanıtlaması gerekecek. Oppenheimer’ı ya da nükleer silahları değil, ilkini buradan başlattığınız soruları tartışacaksınız. Dünyaya mâl olmuş bir insanın mevcudiyetine adanmış, bu bütçe ve etki alanında bir film çekip de onu kral yahut soytarı yapmamayı tercih etmek, anlatıyı oradan kopartabilmek büyük bir başarı. Bu başarının büyük bir kısmı, filmin senaryosunun uyarlandığı esere ait olacaktır. Ama bu ‘yargılamama‘ meselesini filmin hikâyesine, bel kemiğine yerleştirmek kendi başarısı tabii.

3) Çok Başka Şeyler Sorduruyor.

Cillian Murphy as Oppenheimer

Önceki maddeyi bıraktığımız yerden, üçüncü sevaba bağlanıyoruz. Filmin bir günahı da bununla ilgili fakat salona atom bombasını, savaşı, yıkımı ve bilimin nasıl olup da bunlara sebep olmasını izlemek için giriyoruz; filmin tanıtımları da zaten o müthiş patlama sahnesiyle yapıldı, bütün posterlerde koca bir patlama yer aldı vb. Fakat filmin içerisinde bu sahnenin yeri o kadar da önemli ve zirve bir noktada durmuyor. Nitekim pazarlama için müthiş bir patlama iyi olabilir ama filmin konusu, kaynak eseriyle beraber oraya giden yol ve oradan sonra neler olduğuyla ilgiliydi.

Onca bilim insanı ismi, kuantum açıklamaları, fizik çıkarımları, savaş psikolojisi, politika ve dünyanın tarihini değiştirmeye ramak kalmış bir icadın gölgesinde olmanıza rağmen insana dair, çok sıradan bir şey izliyorsunuz. Bu konuşmaların hiçbiri ulvi bir amaçla dile getirilmiyor ki. Başından sonuna dek titrleri ne olursa olsun salt insanlar var ve insanca arzuları, kibirleri, mutlulukları, üzüntüleri sebebiyle bir şeyler yapıyorlar. Bu da bizlere iki koca şehrin içerisindeki masum insanlarla beraber yok edilmesinin, tıpkı bizim bugün pek çok felaketi uzaktan izlememiz gibi, orada doğrudan şâhit olmayan insanların hayatında nasıl bir izdüşümü olacağını yahut olamayacağını düşünme imkânı veriyor. Belki çok soğuk ve steril gelebilir ama neye kayıt verip neye kayıtsız kalacağımızı da tecrübelerimiz belirliyor. Cillian Murphy’ye ekstra bir şey demeyeceğim fakat Robert Downey Jr. filmi bu açıdan taşıyor; Gary Oldman ve Rami Malek de kısacık ekran sürelerinde harika bir iş yapıyorlar. Onlar sayesinde insana dair, çok sıradan bir şey izliyorsunuz. Ve insanın, istediği surette o çok sıradan şeyi nasıl dünyadaki en önemli mesele hâline getirebileceğini de onlar sayesinde anlıyorsunuz.

Bunca ağırlık arasında bile ne kadar bencil varlıklar olmaya devam ettiğimizi güzel, gözümüze sokmaya ya da şok edici, rahatsız edici sahnelere ihtiyaç duymadan hatta bilakis bunlardan kaçarak anlatması benim için yeterliydi, bir başkası için olmayabilir. Oppenheimer etik bir sorunu ele almıyor, yaşanan acıları göstermek gibi bir amaç benimsemiyor, sizi rahatsız etmeye ya da mutlu kılmaya çalışmıyor. Kendince derdini anlatıyor, bir boşluk da bırakmıyor. Sizi kendiniz sormak istediğiniz sorularla, yine sadece kendiniz muhatap olacak şekilde bırakıp gidiyor sonra.

Günahlar için yeni bir sayfa açalım.

1 2
Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

1 Comment

  1. Emre Kaplan Reply

    Bir fizik ve mühendislik sevdalısı olarak filmin asla duygusal olması için tasarlanmamış bazı sahnelerinde bile çok duygulandım. Objektif değerlendirince gerçekten sevabı kadar günahı olan bir film olsa da Oppenheimer’ın projeye karşı psikolojisini güzel yansıttığını düşünüyorum. Kendi hırsı ve dünyayı değiştirme isteğiyle ne yaptığının farkına, ancak bomba Japonya’ya atıldığında varıyor. Test patlaması sırasında bile patlamanın güzelliğine ve teorisinin pratiğe dökülmesine o kadar hayran kalıyor ki, patlamanın insanlara ne yapacağını bir an olsun düşünmüyor. Savaşın ardından ise sonrasında “Mutually assured destruction” ilkesi denecek politikayı uygulayarak savaşları engelleyeceğini düşünüyor ve bunu kamuoyuna anlatmaya çalışıyor.

    Filmi duygusal açıdan çok beğensem ve bombanın ardındaki bilimi hem genel kitlenin anlayabileceği şekilde hem de konuyla ilgili olanları tatmin edici biçimde anlattığını düşünsem de filmden büyük bir beklentim vardı: daha fazla psikedelik sahne. Ara ara Oppenheimer’ın delüzyonlarına şahit olsak da bana yeterli gelmedi. Bombaya, döneminde ruhani bir güç atfedildiğini düşününce bunun üzerinden sanrısal sahneler izlemek çok hoş olurdu diye düşünüyorum.
    Filmin ikinci yarısının büyük kısmını oluşturan politik drama sahnelerinin akıcılığını sevdim. Fakat çok fazla isimden ve çok ayrı zamanlardan olaylardan bahsedildiği için Rami Malek’in karakteri girip her şeyi anlatana kadar takip etmesi zor bir sekans olduğuna inanıyorum.(belki de sinemada bu sahnelerden sıkılıp mesajlaşmaya başlayan insanları uyarmaktan dolayı bir kaç şey kaçırmış olduğumdan olabilir)
    Filmin genel olarak, konuyla ilgili insanları çok mutlu edecek ve bu filmi unutmamalarını sağlayacak; pek de ilgisi olmayanlara ise güzel bir 3 saat geçirtmekten öteye çok gidemeyecek, “aa Oppenheimer diye film vardı güzel sahneleri vardı” seviyesinde cümlelere vesile olacak bir eser olduğunu düşünüyorum.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.