Merakla beklenen Cannes 2025 filmleri seçkisini Geekyapar olarak ilk kez yerinde takip etme şansına eriştik. Yılın en çok konuşulan filmlerinin ilk gösterimlerinin yapıldığı, dünya sinema gündemini neredeyse on gün boyunca kendisine odaklayan Cannes Film Festivali, yarışma filmlerinin seyirciyi ikiye böldüğü bir seneye imza attı diyebiliriz. “Ana Yarışma” seçkisi açıklandığı andan itibaren Jim Jarmusch’un yeni filminin neden festivale dahil edilmediği tartışmalarıyla hareketlenen Cannes 2025 gündemi, festivalin gerçekleştiği hafta farklı sürprizlere kapılar açtı. Çok beklenen yönetmenlerin çok beklenen filmleri basından karışık tepkiler alırken, festivalin ilk birkaç günü izlediğimiz filmler şimdiden bu yılın en iyileri arasında yer almaya aday olabilecek bir şaşırtıcılıkla izleyiciyi karşıladı.
Müzikal furyasının özellikle geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali’nde gösterilen ve Akademi Ödülleri’nde de birçoklarının tepki gösterdiği sayıda adaylık elde eden Emilia Perez’in yükselişiyle hareketlendiğini söylemek mümkün; zira festivalin bu seneki açılış filmi bir müzikaldi. Grafik tasarım alanında uzmanlaştıktan sonra sinemaya yönelen Amélie Bonnin’in ilk uzun metraj denemesi Partir un Jour (Leave One Day), başarısız bir televizyon müzikali denemesini andırıyor. Leos Carax’ın Annette filmiyle müzikallere olan toleransını artıran festivalin, geçen seneki Emilia Perez kazasının ardından açılış filmini yeniden bir müzikal olarak seçmesi tartışma konusu oldu. Yapılan eleştirilerde müzikal türüne doğrudan bir karşı çıkış görülmese de, türün yanlış ele alınış biçimlerine değinen eleştirmenlerin vurguladığı noktalara katılmamak elde değil. Şarkı seçimlerinin sahnelerdeki uyarlanış biçimlerinin eğreti durmasından, tekrarını onlarca kez izlediğimiz basit hikâye anlatımına kadar eleştirilecek birçok noktası bulunan film, yer yer eğlendirse de izleyicinin gözünden her geçen dakika düşüveriyor.

Basının ve film profesyonellerinin Cannes’a gelmeye başladığı festivalin ilk günlerinde iki büyük özel gösterim bizleri karşıladı. Aksiyon sinemasında efsaneleşmiş bir örnek oluşturmayı başarmış Mission: Impossible serisinin döngüye veda eden son filmi The Final Reckoning, serinin hayranlarını tatmin edecek “çılgınlıkta” yenilikler barındırmaya devam ediyor. Son birkaç on yılın sinema anlayışını şekillendirdiği aksiyon külliyatının yönetmenlik koltuğunda seriden hâlihazırda bildiğimiz Christopher McQuarrie oturuyor. Festivalin ikinci günü gerçekleşen söyleşisine de katıldığım (Tom Cruise’un sürpriz bir katılım gösterdiği o söyleşi), yönetmenin aksiyon anlayışımızı değiştirmeye verdiği özen serinin son filminde de fazlasıyla görülmeye değer bir işçilik ortaya çıkarıyor. Sezonu açacak filmlerden biri olarak gördüğüm yeni ve son Mission: Impossible, izleyiciyi sinemalara çekmeyi başaracaktır.
Tom Cruise’un kırmızı halıda yürümesinden yaklaşık bir gün sonra izlediğimiz Fatih Akın’ın yeni filmi Amrum ise, yönetmenin ilk dönem işlerini veya son dönemde çektiği duygu yoğunluğu yüksek yapımlarını sevenler için hayal kırıklığı oluşturacak bir sadelikle sunuluyor. Bu anlamda Akın’ın filmografisinde “zayıf” diyebileceğimiz bir noktaya konumlandırdığım filmin yıldızı ise kesinlikle Diane Kruger değil, çocuk oyuncu Jasper Billerbeck. Beyaz perdede son yıllarda izlediğim en etkileyici çocuk oyuncu performanslarından birini sergileyen Billerbeck, yönetmenin direktifine fazlasıyla uymuş olsa gerek ki filmin kendisinden daha da ön plana çıkmayı başarıyor.

Festivalin bu yılki “Ana Yarışma” tercihlerini ilginç bulmamın birkaç sebebinden biri olarak gösterebileceğimiz ve formülün dışına çıkan iki film Two Prosecutors ve Sound of Falling’i aynı gün içerisinde seyretmem de bir tesadüfün mü parçası emin olamıyorum. Eleştirmenlerce görece yüksek puanlar alan ve Cannes’ın puan tablosunun üst sıralarına oynayan iki filmin de bendeki ufak beklentiyi fazlasıyla karşıladığını da söylemeliyim. Ukraynalı yönetmen Sergei Loznitsa, kasvet yaratma gücünü bir kez daha kullanarak 1930’lar Sovyetleri’nde ağır fakat insani anlamda rahatsız edicilikten de öteye taşıyan bir dünyaya sürüklüyor. Basın gösteriminde izlediğim sırada, filmin yarısına bile gelinmeden seyircilerin salonu terk etmeye başlamalarını gördüğümde, bunun nedenini kavramak çok da zor olmadı; zira Two Prosecutors, Loznitsa’nın sinemasını bilenler için oldukça tanıdık tonlarda ilerliyor. Kasvetli gerçekçiliğinde daralttığı seyircisini kara mizah seviyesiyle de eğlendirmeyi ihmal etmiyor.
Bu birkaç günlük festival koşuşturmasının benim adıma en büyük kazanımlarından biri de kişisel favorim Sound of Falling filmini izlemiş olmak. Kimilerine göre metafor ağırlıklı olmasından dolayı eleştiri konusu olabilecek bir yapıda ilerleyen film, ufak sürprizleriyle izleyiciyi şaşırtmadan duramayan bir şovun kendisi haline geliyor. Özellikle son yıllarda izlediğimiz “formülün” kalıplarını kırarak çok farklı bir tarih anlatım türünden Almanya eleştirisine ve toplum analizine soyunan yapımın görsel dili de göz kamaştırıyor. Yönetmen Mascha Schilinski’yi kesinlikle takibe almakta fayda var. Sinema yazarları arasında festivalin en beğenilen iki filminden biri olan bu filmin yakın zamanda çok konuşulacağına dair beklentilerim yüksek.
“Ana Yarışma” bölümünden bir diğer parlayan film ise Oliver Laxe’in yönettiği Sirât. Yol filmlerini sevenler için 21. yüzyıl tekno müziğiyle harmanlanmış bir Mad Max uyarlamasını andıran yapısıyla, temposunun hafifliğini estetik açıdan kusursuza yakın bir yolculuk deneyimiyle harmanlıyor. 1977 yapımı Sorcerer gerginliğine ulaşamasa da, festivalin izleyicisi adına en keyifli birkaç seyirliğinden birini sunmayı başardı. Özellikle yarışma filmlerinin ağır topları Wes Anderson veya Ari Aster gibi yönetmenlerin filmleri bekleneni pek de verememiş gibi gözüktüğünden, Sirât tarzında filmlerin önemi filmin kendisinin değerini de bir hayli artırıyor.

Bu yazıda bahsedeceğim son film ise, filmin kendisinden çok başrolü Léa Drucker’in performansına hayran kaldığım Dossier 137. Gerçek hayattan esinlenerek uyarlanmış ve 2018’deki Paris protestolarının arka planında geçen bir soruşturmanın detaylarını gözlemlediğimiz filmde Drucker’ın performansı, bizi oyuncunun filmde geçen polis soruşturmasını yürüten polislerden biri olduğuna inandıracak seviyede gerçekçi. Film ne yazık ki yaslandığı politik mesajın altını dolduracak kadar konuşkan olmayı seçmese de, başrolünün performansıyla ivmelenmeyi başarıyor. Unutulacakmış gibi duran yüzeyselliğini, kelimenin tam anlamıyla ana rolün performans kalitesi kurtarıyor.
Festivalde görmeyi çok istediğim filmleri izleyemeden geri dönmüş olsam da Richard Linklater’in “Yeni Dalga” özelinde Godard’ın Serseri Aşıklar filmini anlattığı Nouvelle Vague veya Harris Dickinson’un ilk yönetmenlik denemesi olan ve “Un Certain Regard” bölümünde gösterilen Urchin filmlerinden gelen olumlu eleştiriler hem beni hem de sinemaseverleri mutlu etmeye yetiyor gibi.