Underrated henüz Türkçe’ye çevrilmemiş, çevrilmesi de pek muhtemel görünmeyen, “bir şeyin olduğundan daha az değer görmesi veya değer görmesi gerekirken değer görmemesi” anlamlarına gelen güzide bir kelimemiz. The Wire ise 2002-2008 yılları arasında ABD’nin HBO kanalında yayınlanmış bir dizi.
The Wire’ın underrated olma durumu ise bugün Breaking Bad’ler, Sopranos’lar, Six Feet Under’lar, Oz’lar, Game of Thrones’lar milyonlarca kişi tarafından konuşulur, haklarında methiyeler düzülürken çoğu insanın The Wire’ı bilmemesi, sağda solda denk gelip de konusu sorulduğunda ise alınan cevap karşısında arkasını dönüp kaçması nedenleriyledir. Bu kaçıp gitme durumunu acı bir şekilde bir kaç kez tecrübe ettiğimden dolayı yazının giriş cümlelerinde dizinin konusunu bir cümleyle özetlemekten kaçındım.
Çünkü The Wire’ın konusu kısaca ABD’nin Maryland Eyaleti’ndeki Baltimore şehrinde polisin uyuşturucu satıcılarına karşı verdiği mücadele. Tamam, kabul ediyorum. Çok sıkıcı duruyor, insanlar da bu yüzden ilk anda olmaları gerektiği kadar heyecanlanmıyorlar zaten. Fakat dizinin bu bir cümleyle özetlediğim konusunu Sopranos’u “Bir mafya ailesinin maceraları”, Breaking Bad’i “Kanser olan lise kimya öğretmeninin meth yapıp satması”, Oz’u “hapishanede değişik olaylar dönüyor” şeklinde özetlemeye benzetebiliriz.
Her şeyden önce The Wire bir HBO dizisi. Ve HBO dizileri bizim alışkın olduğumuz, aksiyonlu, bölüm/sezon/dizi sonunda muhakkak iyilerin kazandığı, konunun hızlı ilerlediği, heyecandan ağzımız açık izlediğimiz ve klişelerle dolu diziler gibi değil. HBO dizileri emek isteyen, ilk bölümlerde sabır gerektiren, konunun çok yavaş ilerlediği, konunun kendisinden ziyade işlenişinin önem kazandığı, içinde bin bir göndermeyle beraber politik, ekonomik, sosyolojk, psikolojk mesajların verilip analizlerin yapıldığı, karakter kurgusunun çok önemli olduğu diziler. The Wire ise HBO’nun bu saydığım noktalarda yaptığı en iyi iş. (Çok mu iddialı oldu?)
Bu noktada “Ne var bu dizide bu kadar” diye sormanız çok makul olur. Bu yazıyı okuyan siz değerli okurların ezici kısmının diziyi izlememiş olacağını tahmin ediyorum zira The Wire’ı Türkiye’de izleyen toplamda ben dahil 37 kişi var. Bu 37 kişinin 22’sini zaten bizzat tanıyor, 8’iyle selamlaşıyor, 3’ünü de ismen biliyorum. Geri kalan 4’ünü de bulma çalışmalarım sürüyor. Sayının bu kadar az olmasının en büyük sebebi dizinin internette dizi izlenmesinin nadir olduğu yıllarda yayınlanmış, Türkiye’de de zamanında hiçbir kanal tarafından ekrana konulmamış olması şüphesiz. Ayrıca dizinin kayda değer bir ödül kazanmaması ve kadrosunun tam anlamıyla yıldızlar geçidi olmaması da diğer sebepler. Ama biz asıl konumuza dönelim isterseniz.
The Wire bir televizyon dizisinde konu nasıl işlenir temalı bir ders aslında. Sizlere iki üst paragrafta dizinin konusunu Baltimore polisinin uyuşturucu çetelerine karşı verdiği mücadele olarak vermiştim. Dizinin asıl konusu bu değil. Bu ikinci testi de geçip buralara kadar gelebildiyseniz, şimdi gerçekten dizi hakkında konuşmaya başlayabiliriz. Dizinin hem konusu hem de baş karakteri Baltimore şehri. Şehirde aynı anda bir çok olay meydana geliyor (doğal olarak) ve dizinin her sezonu bu olaylardan birine odaklanıyor.
Uyuşturucu satıcılarıyla mücadelenin bir çok yerde konu olarak verilmesinin sebebi ise dizinin ağırlığının açıkça bu olması; fakat dediğim gibi, dizinin asıl yapmaya çalıştığı, ve sizde izler bırakarak yapabildiği, şey bir şehir portresi çizmek. Polisi, uyuşturucu satıcısı, politikacısı, hakimi, savcısı, çocukları,okulları, kurumları, sokakları, köşeleri, evleri, dükkanları, limanı, denizi, gemileriyle tam ve eksiksiz bir şehir portresi. Bu portreyi çizerken sosyolojik ve psikolojik derin analizler yapıyor dizi; ve nihayet vardığı noktalar verilen mesajlar ciddi ciddi bir şeyleri sorgulamanıza sebep oluyor.
İlk sezonda sokakta uyuşturucu sattırılan çocuklar ve büyük uyuşturucu imparatorluğunun başındaki Avon Barksdale işlenirken, ikinci sezonda dizi odağını Baltimore Limanı’na çeviriyor. Limanda işçilerin durumu, kaçakçılık faaliyetleri ve Polonya kökenli bir emniyet mensubunun kirli işler döndüğünü bildiği bir işçi sendikasında yuvalanmış, çökertilmesini takıntı haline getirdiği mütevazi bir çeteyi izliyoruz.
İkinci sezon ahlar vahlar içinde biterken üçüncü sezonda şehir bürokrasisini yakından tanıma fırsatımız oluyor ve idealist diye tanımlanabilecek bir emniyet mensubunun sosyolojik deneyi sayılabilecek “Hamsterdam” olayına şahit oluyoruz. Dördüncü sezonda Baltimore’un eğitim sistemiyle haşır neşir olurken beşinci ve son sezonda medyanın The Newsroom’un işlediğinden çok farklı bir boyutunu görüp Baltimore’daki evsizler ve yerel yönetimin mali kısıtlamalarının emniyetteki etkilerini izliyoruz. Tahmin edeceğiniz üzere, bu paragraf da konuyu biraz açmasına rağmen yine de diziyi izlerken alacağınız zevk hakkında çok çok az bir ipucu içermekte.
Dizinin karakterlerine ayrı bir paragraf ayırmasam çok ayıp etmiş olurum. Tartışmasız başrolümüz Baltimore şehri. Şehir dışında, içmeyi ve bardan tanıştığı kadınlarla cima etmeyi pek bir seven zeki dedektifimiz Jimmy McNulty, McNulty’nin ortağı olan ve McNulty’yle benzer özellikler taşımasının yanında değişik bir espri anlayışı olan Bunk, lezbiyen bir polis memuru olup zamanla McNulty’nin çok kötü etkilediği Greggs, para takibi ve dinleme işinde adeta bir dahi olan yaşlı kurt Lester Freamon, idealist ve karizmatik polis teğmeni Daniels ile Barksdale’in sağ kolu, karizmatik, zeki ve iktisat birinci sınıfta okuyan Stringer Bell var mesela…
Ya da McNulty’ye hayatı zindan eden amir Rawls, başlangıçta sakar bir adam portresi çizerken efsane bir değişim geçiren Prez ve siyahların şehrinde hırslı ve idealist bir beyaz politikacı olan Tommy Carcetti‘yi nasıl unutabiliriz? Peki diziye sonrada katılan psikopat Marlo ve psikopat kelimesinin tanımlamaya yetmeyeceği Snoop ile Chris? Bir de tabii ki hakkında sayfalarca yazsam da yine de yeterli olmayacağını bildiğim, hayatını uyuşturucu satıcılarını soyarak geçiren, elinden pompalı tüfeği eksik olmayan, ortama ıslık çalarak giren, ortama girdiğinde herkesin “Omar yo!” ve “Omar is coming” nidalarıyla sağa sola kaçıştığı, eşcinsel anti-kahramanımız, Oz dizisinin bir numaralı hayranı Omar Little. Bu karakterler sayısız aforizmaya ve kolay kolay unutulmayacak ana imza atmıştır dizinin beş sezonunda.
Sözü fazla uzatmak istemiyorum. The Wire gerçekten haksızlık yapılan bir dizi. Başlayın, dişinizi 3-4 bölüm sıkın, sıktığınıza pişman olmayacaksınız. Bu aralar HD versiyonu da malum ortamlara düşmeye başlamış sanırım. Siz DVD’sini alın tabi ki, zira korsan izlemek kanunen suç ve unutmayın, “It’s all in the game.”.
6 Comments
aslında tam da bu site sakinlerine yönelik dizi. siyasete de meyilliyiz ya ufaktan, sıkmaz bence kimseyi. ben tam da geçen sene tape savaşlarına denk gelen dönemde izlemiştim diziyi. inanılmaz zevk almıştım. amirlerinden gizli dinleme yapan polisler, kanıtları hasıraltı eden siyasiler, seçim yarışında dönen dolaplar, kirli para aklarken mafyayla yakınlaşan iş dünyası, yalaka medya hepsi en doğru analizlerle en gerçekçi şekilde işleniyo dizide. karakterler zaten efso dediğin gibi. oyunculardan da bahsetsek daha fazla ilgi çekici olur:
-idris alba tanımayan kalmadı artık
-john doman: gothamdaki carmin falcone
-lance reddick: fringe deki phillip broyles
-seth gilliam: walking dead deki father gabriel
-chad coleman: walking dead tyreese
-domenic lambordezzi: boardwalktaki ralph capone
-michael williams: CHALKIE WHITE!!
-aidan gillen: LITTLEFINGER :))
ve daha nice hbo dizilerinde sağdan soldan aşina olduğumuz isimler. asıl güzel tarafı hiç bir isim yanrol değil, hepsine yeterli süre ayrılmış. hatta öyle ki başrol arkadaşı sezonun yarısında görmediğimiz oluyo.
O aradığın dört kişiden biri de benim ve adım da Ömer (Namı – diğer Omar Lıttle)
4 kişiden 1 olarak ben sahsen altyzıları hazırlayanlar dısında tek oldugumu falan sanıyordum. hem şaka hem gerçek bu konu cidden en underrated dizi. birde sıkıntı diger bahsetiğin dizilerin fanboylukla methiyeler düzülmesi. ben de bayılıyorum hepsine ama ben wire da izlediğim için aynı methiyeleri dizemiyorum. belki bende yanlış yapacağım ve abartacagım şimdi ama wire gelmiş geçmiş en iyi program dizi değil bence çünkü diziler genel olarak ne olursa olsun eglence/entertaiment katagorisindedirler. ama wire da bundan öte bi gerçeği anlatma çabası var bi misyonu var yazarının. amerikan rüyasına dair en ufak bişeyin olmadığı bir diziden bahsediyoruz. gerçek hayattan bir kesit. wire ı izleyenler bunu anlar diğer hersey hafiftir çünkü. bu misyonunu izleyiciyi (herkesi olması sart değil) baglayan eglenceli yanlarla da birleştirerek sunan bir yapım çok çok daha fazla takdiri hak ediyor.
ama öte yandan su da bir geçek bunun sebebi biraz da yayın yılı altyazıları vs vs. ilerde internet çok çok daha fazla büyüdüğünde dizi sektörü çok çok daha büyüdüğünde belki o zaman da mesela BSG yeniden bir daha çekilse eski 2 serinin ötesine taşınca ne kadar yaratıcı özgün bir senaryo yapım diyen insanlar türeyecek. breaking bad-game of thrones bunlar diziler tarihindeçok önemliler ama hersey zamanla alakalı bence ve moda ile biraz da. ben breaking bad i ilk sezon tavsiye ederken insanlar sıkılıp bırakıyor ya da burun kıvırıyorlardı sonradan o kişiler bile hayran olup çıktılar fanboyluk yaptılar gözümün önünde. wire bu sansa sahip olamadı maalesef biz birimize sahip çıkalım 😉
Neredeyse tüm akademik çevrelerce ve eleştirmenlerce çekilmiş en iyi dizilerden biri olarak gösterilirken nasıl ‘underrated’ olarak tanımlayabiliyorsunuz The Wire’ı bilemiyorum. Gayet hakettiği-yerde-rated. Az biliniyor oluşu bilenlerin kalitesi hakkında söylediklerini azımsamıyor. Ki az bilinmeden kastım da Türkiye’de olabilir ancak. En son Amerikalı biri ile tanıştığımda tüm gece 3-4 saat The Wire üzerine konuşmuşuzdur. Efsane dizidir, 21. yüzyılın ilk Büyük Romanıdır.
Bu diziyi sadece imdb puani nedeniyle izlemeye deger bulam trde binlerce adam vardir yapmayin allasen
diziye başlamak için bahane arıyordum yazıya denk geldim tesadüfen ve gidip başlıcam. teşekkürler