Süper kahraman filmleri, nadiren hududunu aşar. Captain America: The Winter Solider, bir 70’ler politik komplo/gerilim filmi postürü sergileyerek, politik otorite ile korku arasındaki ‘‘görünmez’’ bağlarla oynuyordu. The Dark Knight ise seyircisini 9/11 sonrası Amerika’nın politik geriliminin ortasına bırakarak, süper kahramanların toplumsal arketipler olarak kullanılmaya başlamasının önünü açmıştı. Fakat bütün bu anlatıların ortak bir dayanak noktası var: Halkı kurtaracak olanlar, yine halkı sömürenlerin arasındaki ‘‘iyi niyetli’’ olanlardan çıkar.
Bu anlatı, The Batman (2022) filminde, Bruce Wayne’in selde mahsur kalmış Gotham halkına elindeki meşaleyle rehberlik ettiği sekansta somutlaşıyor adeta. Elindeki meşale, ateşi simgeliyor. Batman, ateşi tanrılardan -bu durumda zenginlerden- çalıp, halka veren Prometheus’un konumuna yerleştiriliyor. The Dark Knight’ta Batman’in, ‘‘sessiz bir gardiyan’’ olarak mitik duruşunu koruma çabasını görürken, Matt Reeves’in Batman’inin gölgeleri terk ediş hikâyesine tanık oluyoruz. Yağmur ve genel olarak su, sinema tarihinde arınmayı ve yeniden doğuşu temsil eder. Nasıl ki Simba’nın Scar’ı alt etmesinin ardından yağan yağmur, vadi için yeni bir başlangıcı sembolize ediyor; Inception’da ise uyananların suya düşmesi rüya içinde işledikleri günahlardan arınmalarını temsil ediyorsa, The Batman’in su imgesini kullanış biçimi de bunlardan farklı değildi. The Batman’i farklı kılan, yıkım ile kurtuluş imgelerini aynı bağlam dâhilinde kullanmasıydı.
Film boyunca, Riddler’ın kendisiyle Batman arasındaki ortaklıktan bahsettiğini görüyoruz. Doğal olarak Batman bu önermeyi reddetse de senaryo bu sefer Batman’in tarafında görünmüyor. Bu meta bağlamıyla da, karakterlerin senaryoya yön verdiği anlatılara karşı, karakterlerini tabiatın değişim dinamiğine boyun eğercesine senaryonun akışına kapılmış vaziyette sunan, post-modern bir anlatıya evriliyor. Çünkü bu filmde yıkım, kurtuluş ile aynı anlama geliyor. Riddler’ın şehri yıkması gerekiyor ki Batman kurtarabilsin. Zira ‘‘yeniden doğuş’’ için, önce ölmek gerekir. Gotham şehrinin de tam bu yüzden ölmesi gerekiyordu.
Batman, hiçbir zaman politik bir değişimin öncüsü olacak kadar radikal bir eylem almaz, yalnızca var olanı korur. Var olan ise çürük olduğundan, Gotham için asla gerçek bir kurtuluştan bahsedemeyiz. Fakat Matt Reeves, Gotham şehrini gerçekten kurtaracak şeyi fark etmiş: Onu yok etmek. Yok olursa, halk ikinci bir şans elde eder. Şehir yeniden kurulacak fakat bu sefer Batman’in önderliğinde. Bunun için de Batman’in, finalde aldığı ders gibi gölgeleri terk edip, aydınlığa çıkması gerekiyordu. Bunu da sağlayabilecek tek kişi Riddler’dı. Nolan’ın The Dark Knight filminde yin-yang motifi üzerinden kurduğu ‘‘birbirini tamamlama’’ anlatısı, bu filmde ilahi bir anlatıya evrilmiş durumda. Bu film 2022’de, tüm güncel politik kaos içerisinde kahramanlığın hâlâ ne ifade ettiğiyle ilgili felsefi bir tartışmaydı adeta. The Batman bize, yirmi birinci yüzyılda kahramanlığın şafağını gösterdi.
Yazan: Doğu İpek