Yazan: Oğuzhan Ensari

Doğada cisimler, üzerlerine vuran ışıkların yine cisimlerden sekmesi sayesinde görünebilmektedir. İnsan gözü, evrimleşmiş yapısı gereği saniyede yirmi dört kare algılayabilmektedir. Hareket hâlinde bir objenin insan gözüyle hareketli olarak algılanabilmesi için, en az on altı karenin arka arkaya dizilmesi ve bir saniye içinde gözlemlenmesi gerekmektedir. Bu ilke ile Edison’un Kineteskop adını verdiği ve arka arkaya fotoğrafların hızlı bir biçimde gösterilmesine imkân sağlayan buluşu, sinemanın ilk adımlarını atmış oldu. Ardından Lumiere Kardeşler ise Kineteskop’dan ilham alarak Sinematograf adını verdikleri cihazları ile tarihin ilk filmini on beş kare hızında, elli beş saniyelik ”Arrival of a Train at La Ciotat”ı çekmiş oldular. Zamanla filmler yirmi dört kare olacak, ses eklenecek hatta görüntü renklendirilecekti. Sinemanın içinde ses kullanımı, renk kullanımı ve hatta müzik kullanımı günümüze dek sürekli tartışma konusu oldular fakat bir bakıma da farklı sinema akımlarının ortaya çıkmasına olanak sağlamış oldular.

Bu akımlar, bazı önemli isimlerin sinema hakkında öne süreceği düşünceler ve teoriler ile insanların sinemayı algılayış biçimlerini etkileyecek ve hatta daha da ileri gidersek, insanların sosyal hayatlarını ve yaşayış biçimlerini doğrudan ilgilendirecek kadar önemli bir noktaya gelecekti. Büyük şirketler ve hatta devletler, sinemayı bir propaganda aracı olarak görmeye başladıktan sonra sinemanın, seçimler kazandıran hatta savaşların kaderini etkileyen bir yapısı olduğunu keşfetmişlerdi. Bu süreç günümüzde de kısmen devam etmekte olsa da artık büyük yapım şirketleri sinemayı bir koyup on almaya çalıştıkları bir yatırım olarak görmekteler. Neyse ki günümüzde tarzıyla ve film sürecine doğrudan etkisiyle ön plana çıkan yönetmenler hâlâ var. Kendi anlatım dili ve görsel bütünlüğü ile Edgar Wright, bu isimlerin önde gelenlerinden biri.

Edgar Wright, 1974 Birleşik Krallık doğumlu bir yönetmen, senarist, yapımcı ve oyuncu. Kısacası konu görsel anlatım olduğunda Edgar Wright bu sürecin her noktasında rol almakta. Ufak yaşlardan itibaren çektiği kısa filmler ile sinemaya giriş yapan Wright, 1992 yılında girdiği Bournemouth and Poole College of Art and Design bölümünden mezun olarak sektöre “Spaced” dizisiyle giriş yapmış oldu. Edgar Wright için büyük bütçeli yapımlarda boy gösterme fırsatı ise “Shaun of the Dead” filmiyle sağlanmış oldu. Korku-romatik komedi türündeki film, dünya çapında başarı gösterdi.

Wright, kişisel hayatında geceden kalma tedavisi olarak güne Cornetto ile başlama alışkanlığını, filmde kullanmaya karar verdi. Daha sonra çekeceği “Hot Fuzz” filminde de yine aynı şakaya yer vermesi üzerine bir basın toplantısında kendisine Cornetto temasını sürekli kullandığı söylenince Wright, Kieslowski’nin “Üç Renk” üçlemesini örnek vererek, kendi üçlemesine de “Three Flavors Cornetto trilogy” adını vermiş oldu. Serinin üçüncü filmi olan “The World’s End” ile tamamlanan üçleme, Edgar Wright sinematografisinin oluşmasında ve izleyiciler tarafından Wright’ın anlatım dilinin iyiden iyiye akıllarda kalmasına olanak sağladı.

Cornetto üçlemesinin her filminde kullanılan çitlerin üzerinden atlama sekansı, serinin diğer filmlere olan göndermelerinden sadece biri. Edgar Wright, üç filmde de neredeyse aynı kemik oyuncular ile birbirinden tamamen farklı hikâyeler anlatmakta ve çok ufak detaylar ile filmleri birbirine referans göstererek bağlamaktadır. “What’s the matter, David? Never taken a shortcut before?” repliği ile başlayan çitlerden atlama sekansı, diğer iki filmde de sadece isimler değişerek tamamen aynı replik ile gösterilmektedir. Tüm bunlar günümüz sinemasında yalnızca pahalı efektler kullanarak ya da arabaları bir yerlerin tepelerinden aşağı atmak suretiyle milyonlar harcanarak filmler çekmek dışında da seyirciyi etkileyen işler üretmeyi Edgar Wright, farkıyla ortaya koymaktadır.

Cornetto üçlemesinin yanında bir de çizgi roman uyarlaması olan “Scott Pilgrim vs The World” filmini çekti ve tüm zamanların en iyi çizgi roman uyarlamalarından birisine imza atmış oldu. Çizgi roman seven ve okuyan herkesin bildiği üzere, ustalıkla çizilmiş ve panel panel tasarlanmış olan çizgi romanlar, yalnızca satırlar ile değil aynı zamanda her bir sayfada ve hatta iki panel arasında bile verilmek istenen duyguyu, görsel olarak da okuyucuyla buluşturmak zorundadır. Bu da alakasız ve özen gösterilmemiş bir panel bile okuyucunun dikkatinin dağılmasına ve hikâye akışının bozulmasına neden olacağından, her bir çizimin tek tek dikkatle ve özveriyle ele alınması gerektiğini gösterir. Gerek karakter çizimleri olsun gerek panellerin etkileyiciliğini arttırmak için çizilen ve hareket katmaya yarayan efektler olsun, özenle seçilmez ise iki sahne arasında okuyucu bağlantı kuramayacaktır.

Bunlar göz önüne alındığında, saniyede en az yirmi dört kareden oluşan ve yaklaşık doksan beş – yüz dakika kadar sürecek bir filmde seyirciyi sürekli filmin içinde tutmak, özellikle sinema salonundaki seyirciye bu tecrübeyi yaşatmak, filmin yazım sürecinden tutun da filmde kullanılacak en ufak ses efektine kadar, her detayın özenle seçilmiş olması ve bu sürecin bir bütün olarak sunulabilecek olması bakımından inanılmaz bir çaba ve ekip çalışması gerektirmektedir. Edgar Wright bu filmde hem yazar hem yapımcı hem yönetmen hem de oyuncu olarak yer almaktadır. Filmin her detayıyla ilgilenmiş ve filmin her sahnesinde imzasını bırakmıştır.

Bu dört filmde Edgar Wright’ın zekâsını ve görsel anlatım dilini ön plana çıkaran yegâne şey, kamerayı ustaca kullanması ve sahne geçişlerindeki inanılmaz becerisidir. Bu becerilerden bahsetmeden önce kısa bir bilgi vermek istiyorum. Sinema tarihinde Kurgu teoremini ilk defa ortaya atan Sergei Eisenstein, bir filmde kurgunun en önemli parça olduğunu savunmuştur. Bugün Eisenstein’dan bahsetmeden sinemadan bahsetmek mümkün değildir. Bir diğer bahsedeceğim isim ise Lev Kuleşov. Sinemada Kuleşov etkisi olarak bilinen bir teori ortaya atan Lev Kuleşov, kurgu ile izleyicinin psikolojisini doğrudan etkileyebildiğini savunmuştur. Birbirinden bağımsız sahnelerin arka arkaya gelmesi ile izleyicilerde farklı duygular uyandırabildiğini görmüştür. Bu isimler sinemada kurgunun ilk uygulayıcıları ve deyim yerindeyse montaj ve kurgunun babalarıdır. Kurgu kullanılmaya başlandıktan günümüze kadar farklı teknikler gelişmiş ve sinema deneyimi, izleyicinin en yüksek miktarda hazza ulaşmasını sağlayacak şekilde gelişmiştir. Peki, Edgar Wright ve kurgu arasındaki ilişki nedir?

Edgar Wright sinematografisi denince akla ilk gelen şey “Quick Cut” (Hızlı Sahne Geçişi) olmaktadır. Benim de Wright sinemasında en keyif aldığım ve izlerken hayranlık duyduğum etken ustalıkla ve büyük bir zekâyla montajlanmış sahne geçişleridir. Örnekle açıklamak gerekirse koltukta oturmakta ve konsol oyunu oynamakta olan karakterimiz, işe hazırlanmak için ayaklandığında hızlı geçiş sekansı başlamaktadır. Fermuarını indirmesiyle başlayan yaklaşık birer saniyelik sahne geçişleriyle devam eden süreçte sifona basması, sifonun akması, dişlerini fırçalaması, ellerini yıkaması, yaka kartını düzeltmesi ve aynada kravatını ayarlaması gösterilmektedir. Toplam üç saniye kadar sürmekte olan hızlı sahneler ile izleyiciye hem görsel bir şölen sunulmakta hem de karakterin günlük rutinlerini bile seyircileri sıkmadan ve filmin görsel değerini düşürmeden sahneye yansıtabilmektedir.

Günümüzde temel bir anlatı hatası olarak gereksiz uzun ve aynı zamanda hikâyenin akışına katkı sağlamayan sahneler, filmlerde sıkça kullanılmaktadır. Bazen ise tam aksine filmin kurgudan aşırı uzun çıkması üzerine bazı sahneler yönetmen, kurgucu ve hatta prodüktörün müdahalesi ile filmden çıkarılmaktadır. Bu gerçekler göz önüne alındığında herhangi bir Edgar Wright filminde seyir akışını bozan, hikâyeden kopuk olan, görsel açıdan hatalı kurgulanan sahne sayısı, yok denecek kadar azdır.

Filmlerinin genellikle her detayıyla ilgilenen Wright’ın ses kurgusu da kusursuza yakındır. Filmlerinde kullandığı ses efektlerinin sahneler ile ilişkisi ve aynı zamanda kusursuz müzik seçimleri, filmin genel bütünlüğüne inanılmaz katkı sağlamaktadır. Scott Pilgrim vs The World, bir müzik grubunda bulunan ana kahramanımız Scott’ın, şehre yeni gelen renkli saçlı diğer başrol oyuncusu olan Ramona’ya deyim yerindeyse bir anda vurulması ve Ramona ile birlikte olabilmek için Ramona’nın eski sevgililerinden oluşan bir grup kötü ile mücadelesini anlatmaktadır. Film boyunca hikâyenin tam göbeğinde bulunan müzik etkeni o kadar kusursuz işlenmekte ki zaman zaman bir konser salonunda zaman zaman ise bir odada prova yapmakta olan bir grup ile tamamıyla aynı atmosferde hissetmenize imkan sağlamakta. Aynı zamanda çok iyi de bir müzik dinleyici olan Edgar Wright’ın filmdeki müzik seçimleri ile muhteşem bir iş çıkardığını görmek mümkün.

Edgar Wright, kariyerinin ikinci süper kahraman filmini çekmeye “Ant-man” ile çok yaklaşmıştır. Uzun bir senaryo ve prodüksiyon süreci sonunda Wright yapımcı firma ile anlaşmazlık yaşadığını belirtmiş ve süreçten ayrılmıştır. Hatta bunun üzerine kendisine neden ayrıldığı ile ilgili sorulan bir soruya “Ben bir Marvel filmi yapmak istedim ama onların gerçekten bir Edgar Wright filmi yapmak istediklerini sanmıyorum.” cevabını vermiştir. Senarist-yönetmen sıfatıyla prodüksiyon sürecine başlayan Wright, yapımcıların kendisini filmin senaryo sürecinden çıkarması ve yalnızca filmi yönetmek için tutulmuş biri gibi davranması karşısında filmi yönetmekten vazgeçmiştir. Joss Whedon bile bir tweetinde Edgar Wright ve Cornish’in senaryosunun Marvel’in şimdiye kadar gördüğü en iyi senaryo olduğundan bahsetmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir.

Wright, Ant-man süreci biter bitmez bir sonraki büyük çıkışını yapacağı işi için çalışmalara başlamıştır. Ant-man filminde birlikte çalıştığı ekibi tekrar bir araya toplayan Wright, “Baby Driver” filmini çekmeye başlar. Basit bir soygun filminin aksine ortaya konan iş, bir insanın sinemadan beklediği hemen hemen her ihtiyacı karşılamaktadır: Çok boyutlu bir kahraman. Çok boyutlu bir anti-kahraman. Kendi hikâyeleri olan yan karakterler. Kusursuz sahne tasarımları. Kusursuz renk kullanımı. Kusursuz ses ve görsel efekt tasarımları. Muazzam müzik seçimleri. Ve tabii ki olmazsa olmaz sahne tasarımları. Gerek yüksek tansiyonlu sahneler olsun gerek yürüme sahneleri olsun, sahne geçişlerindeki tercihler ve sahnelerin kurgulanma biçimi, filmi, kendi türünde çok çok üst sıralara yerleştirmekte.

Günümüz sinemasında bir yönetmenden “Auteur yönetmen” olarak bahsedebilmemiz için filmin her detayıyla ilgilendiğini söylememiz gerekir. 2000’li yılların başlarına kadar yüzlerce Auteur olarak nitelendirilen yönetmen sinema tarihinde kendine yer edinmiş oldu. Her biri, kendi döneminde yüzlerce zorlukla mücadele ederek sanatını yapmaya ve sinemayı bir adım ileri taşımaya çalıştı. Günümüzde belki bazı zorluklar artık inanılmaz kolaylaşmış olsa da teknolojinin ilerlemesiyle sektörde onlarca farklı iş kolu da açılmış oldu. Yani Auteur yaklaşımla her bir detayla ilgilenmeye kalkan yönetmenlerin işi de bir hayli zorlaşmış oldu. Neyse ki Edgar Wright hâlâ ilk günkü heyecanıyla ürettiği her işin her noktasında bulunmaya devam ediyor ve izleyicilere görsel ve işitsel bir şölen sunuyor.

Tüm bunlar göz önüne alındığında Edgar Wright, Auteur yönetmen değilse nedir? Edgar Wright, Auteur yönetmen değilse, Auteur yönetmen kimdir? Auteur yönetmen var mıdır? Son sorudan emin olmamakla beraber Edgar Wright, Auteur kere Auteur’dür.

Author

Geekyapar okurları Yazı Çağrısı altında toplaşıyor, belirlenen konularda kalem coşturuyor. Sen de parçası olmak istiyorsan, duyuruları takip et!

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.